3 Aralık 2009 Perşembe

dance in Korea began with shamanistic early rituals three thousand years ago

dün yemekhaneye girer girmez etrafta geleneksel kıyafetler içinde dolaşan insanlar farkettim. (ama nerenin kıyafeti?) sonra bi adam geldi 'az sonra geleneksel kore dansı yapılacak' dedi almanca, bense 'hıhı'. birden 3 kız 3 erkek bildiğimiz pop şarkılardan birinde dansetmeye başladılar, yemekhanenin ortasında! kahkaha atmamaya çalışarak ve 'ulan türkiye'de olsak ne t..k geçmişlerdi bunlarla ya' diye düşünerek yemeğimi yemeye gittim. döndüğümde dansın 'geleneksel' olan kısımına geçmişlerdi, üşenmedim sizler için kaydettim :)

kültürel promosyon güzel tabi de yemekhanedeyiz kardeşim, yapmayın! bi de ben bu videoyu çektikten sonra dansçılardan biri elindekini düşürdü, kehkeh.


27 Kasım 2009 Cuma

that was when i ruled the world


bi kaç gün öncesine kadar bayramın yaklaştığından bile bihaberdim. sonra teker teker herkes evine gitti; kuzenim, kardeşim, sevgilim. onların evde olup benim burda olmam hüzünlü, bayramda evden uzakta olmak fenaymış.

17 Kasım 2009 Salı

I see that look in her face she's got that look in her eye


hayatta yapmamaya dikkat ettiğim şeylerden biri insanları yargılamaktır. hayatı yaşamanın yazılı bir kuralı yok diye düşünürüm hep, bizim yanlış diye düşündüğümüz bazı şeyler başkalarına fena halde doğru gelebilir, ya da doğru gelmeyi bırak insan sırf canı istedi diye yanlış yapma hakkına sahip olmalıdır. birini hep doğruyu yaptığı için sevmek çok kolay, önemli olan o şeyin yanlış olabilme ihtimali olsa bile karşıdakini dinleyip onun isteklerine saygı göstermek, kararının arkasında onunla beraber durabilmek. kendi küçük dünyamızda katı kararlarımızla mükemmel olabiliriz, ancak o dünyanın ne zaman altüst olacağı hiç belli olmaz. ki hadi en mükemmel biziz diyelim, bu bize insanlara tepeden bakıp üstüne bir de nutuk çekme hakkını vermez. azıcık kendimizi biliyorsak tabii.

bu akşam birilerinin dedikodusunu yapmadığım, herkesle beraber onlara 'cıkcık'lamadığım, onları yargılamadığım için yargılandım. karşımdaki tutup bi de yargılamanın 'akıl baliğ' olduğuna inandırmaya çalıştı beni. her hangi birini yargılayacak, her hangi biri tarafından yargılanacak insan değilim. insanların seçimlerine, bu bizi seçmiyor olmaları demek olsa bile saygı duymalı. hadi onu bile yapamıyorsak çenemizi kapatıp oturmayı bilmek lazım.

---
bunun üstüne bir de lilly allen'dan 22 dinleyiniz, çok eğlenceli

31 Ekim 2009 Cumartesi

küçük prens artık büyümeli


elime farklı zamanlarda farklı versiyonları geçmiş olsa da küçük prens'i yıllardır okuyamadım. ne ingilizcesini ne almancasını ne de türkçesini. ne zaman okumaya kalkışsam nefesim daralıyor, mideme bir yumruk gelip oturuyor. çocuk aklının tazeliğine ve masumiyetine inanan bir kitabı çocukların masumluğuna inanmayan biri nasıl okuyabilir ki? çocuklar acımasızdır, yargılayıcıdır. 1,5 yaşındaki bir çocuğun oyuncağını paylaşmamaktaki inadını görmeyenler ona bencil diyemez.

bir hocamın 6 yaşındaki kızı şöyle demişti bana yıllar önce: 'okulda çocuklar benle kör diye dalga geçiyorlar, ama ben kör değilim ki, doğarken göz kapağım zedelenmiş...' 6 yaşındaki bir çocuğun zamanından önce acıyla olgunlaşmasını sağlayan, yine çocuklar.

insan acı çekerek acı çektirmemeyi, sevilerek sevmeyi, sevilmeyerek karşılıksız sevmeyi öğrenir, öyle öğrendik hepimiz. 'kıymet bilecek yaşa gelmek', merhamet duymayı öğrenmek zamanla olan ve malesef bir çocukta bulunmayan şeyler. çocukların dürüstlüğüne mü hayransınız? acıtacağını bilerek, ya da acıtacağının farkında bile olmadan aklına geleni dümdüz söylemek başka şey; karşındakinin benliğine saygı duyarak doğruyu acıtmadan söyleyebilmek, ve hatta bazen doğruyu hiç söylememeyi seçmek başka şey. insan zamanla herkesin doğrusunun farklı olduğunu da öğreniyor zaten.

ne zaman 'en sevdiğim kitap küçük prens' diyen birini görsem, ondan korkarım. ya çocukluğunun üstüne bir şey koyamamıştır; ya da çocuk hoyratlığından vazgeçememiştir.

zamanında biri demişti, 'kimsenin kalbi sıfır kilometre değil'.
ve aslında bu o kadar da kötü bir şey değil...

27 Ağustos 2009 Perşembe

wounded machines



geçen hafta bisiklet yolunda bisikletimi sürerken, tam köprü girişinde yolun ortasında kızın biri eğilmiş bisikletinin tekerine bakıyordu. sol taraf araç trafiği, sağ taraf ise yaya yolu olduğu için kızı sağlayayım dedim ama kaldırımın kenarına takılıp kendimi birden bisikletle beraber uçarken buldum. gözlerimin önünden film şeridi geçmedi ama her şeyi yavaş çekim yaşadım resmen. bisikletle beraber düştüğüm için bolca morluk, incinmiş bir sağ el bileği, yırtık bir pantolonla kaldım. insan böyle zamanlarda ne kadar kolay yaralanabildiğini ve aslında ne kadar kolay ölebileceğini anlıyor. birkaç saniye içinde olan bir olayın bu kadar zarar verebilmesi...

bir de bundan sonrası var, işte seyahat sağlık sigortası maceram:

diyelim ki bir yaptiniz bir hata ve anadolu sigorta'ya 6 aylik sigorta yaptirdiniz, olaylar su sekilde gelisiyor:

telefonda 6 aylik sigorta icin fiyat aliyorsunuz, subeye gittiginizde size soyledikleri fiyat telefonda soylediklerinin ustunde oluyor, siz "o kadar geldim mecburen yaptirayim" deyip sigortayi yaptiriyorsunuz.

uzun sureli sigorta yaptirirken size ilk soylemeleri gereken "sigortanin turkiye'den cikis yaptiktan sonraki 90 gun icin gecerli oldugu" iken sadece parayi alip "okuyun" diye elinize kitapcigi tutusturuyorlar. bu konuda "neden satin almadan arastirmadin, kitapcigi okumadin? senin sucun" savini reddediyorum, hizmet sunan bir kurum etik davranmak ve musterisini bilgilendirmek zorunda. sadece 3 ay icin gecerli olacaksa neden bosuna 6 aylik sigorta icin para odeyeyim ki? kendileri de bunu bildiklerinden bu maddeyi imzalanan poliçeye koymayıp sadece kitapçığa koyarak cinlik yapmaya calisiyorlar zannimca. ayrica 90 gunluk sigorta yaptirirsaniz da sadece 60 gun icin gecerli.

sonra sansiniza bu alti ay icinde turkiye"ye giris cikis yaparsiniz, ancak yeni yasa geregi yesil pasaportunuz ve oturma izniniz oldugu icin damga vurulmaz. (istege bagli sanirim) gun gelir, sigortanizin son ayinda bisiklet kazasi gecirirsiniz, kirik olup olmadigini anlamak icin doktora gitmek istersiniz, ancak once sigortanizin nasil isledigini cozmeniz gerekir. size verilen numarayi ararsiniz, durumunuzu anlatirsiniz, sigortanizin turkiye"den cikis yaptiktan sonraki 90 gun icinde gecerli oldugunu soylerler, turkiye"den cikis yaptiginizi ancak damganizin su su nedenden dolayi olmadigini soylersiniz, cevaplari "bizim boyle bir uygulamadan haberimiz yok" olur. neyse yine de bir sekilde sizi yurtdisi temsilcilerine baglarlar, size en yakin hastane bildirilir, doktora gidersiniz.

burada bitmez, cunku doktora gittiginizin ertesi gunu sizi sabahin korunden oglene kadar cesitli saatlerde arayip doktor raporunu yurtdisi temsilcilerine gondermenizi isterler. siz agriyan bacaginizla, kullanamadiginiz sag elinizle bir de bu islere kosturmaya calisirsiniz. sonra turkiye temsilcisine pasaportunuzun giris cikislari gosteren sayfasini faxlamanizi isterler, bi de onla ugrasirsiniz. tabii ki damga olmadigi icin bikac gun sonra tekrar ararlar, giris cikis yaptiginiza dair polis raporu isterler. lutfedip bu ilk doktor masrafini karsilamislardir ancak polis raporu olmadan bir dahaki masrafi karsilamayacaklardir, sigortanizin bitmesine bir hafta kaldigi icin "ooeehh" cekip rapor mapor almazsiniz. bir daha da anadolu sigorta"dan sigorta yaptirmaz, once sozlugu okursunuz.

buradan alinacak ders: giris cikis damganizi vurdurun, eski ucak biletlerinizi saklayin, benden uyanik olun imza atmadan kitapcigi okuyun. ha bir de bisiklet yolunda bile bisiklet surerken dikkatli olun, gerizekali birileri mutlaka yolunuza cikacaktir.

14 Ağustos 2009 Cuma

oradaydık ve şimdi buradayız


burg eltz


titisee

freiburg
prag

i don't wanna go where you don't follow


içinden nehir geçen şehirler en güzelleridir derler. hava maviden laciverte dönerken, şehrin ışıkları suya vurduğunda nehir kıyısındaysanız en romantiklerinden de olabiliyor aynı zamanda. prag'ın bana hissettirdiği şey ağır bir hüzündü, bu kadar romantik bir şehirde yalnız olmanın hüznü, mideme oturan bir garip taş. yıllar önce bir gece, başka bir nehir kıyısında, ayışığında nemli çimlere uzanıp aynı şeyi düşünmüştüm. yalnız olmak için fazla romantik bu şehirler, yine de mutlu olmak içinse tam kıvamındalar.

---

blogumun adını da jupiter'in gezileri yapayım bari. ben buralarda yokken prag'a, freiburg'a, titisee'ye, burg eltz'e gittim; bazen saçlarımda yaz meltemleriyle bazen yağmurla dolaştım, bugün labdan dönerken yolumu uzattım biraz nehir kıyısında oturdum, huzurumu buldum da döndüm.

fon müziği olarak bu böyle dinleyip geçmiş yaz günlerine dönebilirsin sen de.

14 Temmuz 2009 Salı

La vita è bella: milano & venezia


The road goes ever on and on
Down from the door where it began.

Now far ahead the Road has gone,

And I must follow, if I can,

Pursuing it with eager feet,

Until it joins some larger way

Where many paths and errands meet.

And whither then? I cannot say.

The Road goes ever on and on

Out from the door where it began.

Now far ahead the Road has gone,

Let others follow it who can!

Let them a journey new begin,

But I at last with weary feet

Will turn towards the lighted inn,

My evening-rest and sleep to meet.


üç gün için bile olsa tüm yorgunluğuna değen, içime yaşama enerjisini yeniden dolduran bişey yaptım, italya'ya gittim. ucuz havayolu ryanair sağolsun; heidelberg- frankfurt hahn 2 saat, frankfurt- bergamo 1 saat, bergamo- milano 1 saat, yere adeta çarparak inmenin heyecanı paha biçilemez! dönüşte de korktum ama tek parça inebildik.

komik olan, beynimde benim için yabancı dilin almanca demek olması. 'etrafımdaki insanlar hiç bir fikrimin olmadığı bir dil konuşuyorlar ve ben anlamıyorum, demek ki almanca konuşmalıyım' diye düşünmeye başladım farkında olmadan ve birden kendimi almanca cümle kurmaya, bolca entschuldigen ve danke demeye çalışırken yakaladım. sonradan öğrendiğim kelimeler: cinque, grazie!

milano tam bir açıkhava alışveriş merkezi. daha havaalanında erkeklerin kıyafetleri belirgin biçimde stil sahibi olmaya başlamıştı, gidince gördüm ki daha da ağız sulandıranları varmış. genel trend slim fit takımlar, duble paça pantolonlar, mavi kolları kıvrılmış gömlek altına bej keten pantolon/şort, belki lacivert ceket. tabii ince uzun bir vücutla kombinlenmiş halde. kadınlar 7/24 topuklu ayakkabılı, bakımlı. kuzenim sağolsun kendileri üzerinden sosyal çıkarımlar bile yaptı: türkiye'de kadınlar evlendikten sonra kendilerini salıyorlarmış, bu erkeği kandırmakmış bir anlamda! sen evliliğin bütün fiziki ve manevi sorumluluğunu kadının üstüne yıkarsan olacaklardan şikayet etmeye hakkın olmaz beyim! milano çok keyifliydi, kuzenimle birebir zaman geçirmeyeli çok olmuştu, özlemişim. sokaklarda yürüdük bol bol, kafelerde oturduk, ben gelen geçene baktım o 'çok dik bakıyorsun' dedi, ben yakışıklı garsonların fotoğraflarını çektim o sildi. alışveriş yaptık tabii ki, ne aldın derseniz: badminton topu! ve tabii bi tunikle güneş gözlüğü. yanınızdaki mimar olunca milano'nun mimarisi hakkında bikaç ipucu alırsınız sanıyorsunuz ama nerdee! Ben gördüğümü söyleyeyim, genel olarak roma etkisi var binalarda, hepsi haşmetli, giriş katları yüksek, binalar almanya'dakilere göre daha çok katlı ve iklimin etkisi olsa gerek balkonlu taş binalardan bolca var. eski şehir yapısını koruyup onu modernleştirmeleri çok hoşuma gitti, bakıyorsunuz tarihi bir taş binada dolce&gabbana var, yanında da bir müze. kısa da olsa milano'yu 'yaşayabildim', sadece ana caddelerinde değil arka sokaklarında da yürüdüm, kaldırımında oturdum, kitapçısına girip dergi karıştırdım, ve tabii sinekleri tarafından ısırıldım!


milano duamo



venedik'e gitmek için sabah 6'da kalkıp 7:25 trenine bindik, 11:30'da venedik'teydik. daha trenden başlayan bir kalabalık vardı, venedik'se turist istilasına uğramış gibiydi. herkes kanallarını över, 'çok romantik' der venedik için ama benim nefesimi kesen san marco meydanı'nın denize açıldığı yer oldu. muhteşem yapıların arasından geçip denizi görmek, köprünün birinde durup tuzlu deniz kokusunu içime çekip rüzgarı tenimde hissetmek bambaşkaydı. tümüyle çok güzel olan bu şehir böylelikle benim en güzel şehirler listemde brugge'ü geçip birinci sıraya oturdu. yine de doyamadım venedik'e, kendimi şehirlilerin yerine koyup turistlere sinir oldum, o kadar kalabalık, o kadar yüzeysellik yakışmıyor bu şehre kesinlikle. dönerken ara sokaklardan yolumuzu bulmaya çalıştık, biraz kaybolduk biraz dinlendik ama trenimize yetiştik. trende kendimizden geçtik, akşam eve döndüğümüzdeyse ancak yemek yiyip- duş alıp kafamda havluyla uyuyakalabildim.



duamo'dan san marco'ya bakış


piazza san marco


dönüş yolunda hüzünlendim, nostalji olsun diye barok müzikleri dinledim, shuttledaki emekli olunca gezesi gelmiş 60 yaş üstü alman teyzelere gıcık oldum, gecenin 2sinde bile susmak bilmediler, eve döndüm, uyudum, hiç uyanmayayım bu rüya hiç bitmesin istedim. venedik'e az turistli bir zamanda, sokak sokak dolaşmak, kaldırımında oturmak, şehri yaşamak için tekrar gitmeye karar verdim.

---
ben 'keşke sen de olsaydın' dedim, o sustu.