26 Haziran 2008 Perşembe

m.y.

ne kadar yabancı, ne kadar uzak bana şimdi sana ait olan her şey. sözlerin bayağı ve samimiyetsiz geliyor artık, bir zamanlar güvenle yaslandığım omzunda başka biri varken, hissettiğim ne haset ne nefret, sadece tiksintiyle karışık bir yabancılaşma. belki de gözümde pembe gözlükler olmadığından artık, sahi hep böyle miydin sen? ne anlam ifade edebilir ki daha önce binlerce kere tekrarladığın sevgi sözcükleri, başka birine söylesen de, tekrarlana tekrarlana ucuzlaşmış birer klişe. herkesin aşkı en büyük aşk, herkes herkesin canı ciğeri, birtanesi. bu senin en büyük aşkın öyle mi? her seferinde öyle olmaz mı? eski sevgileri yem yaparken yeni sevgiliye, için için yediğin aslında ruhun. baktıkça şaşırıyorum, 'ortak bir geçmişe sahip miydik biz' diye, ve midemin bulantısından başka bir şey gelmiyor elimden.

11 Haziran 2008 Çarşamba

elveda gülsarı


elveda ilkokul çağım, elveda trt fm’de babamla arkası yarın 'elveda gülsarı' dinleyip kapanışında çalan greensleeves olduğunu bilmeden aşık olduğum ezgi, elveda cengiz aytmatov. benim için 'bizim oralardan' bir izdin hep.

to be or not to be: obesity vs anorexia



özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında hastalık olarak görülmüş, şişman olanlar bi şekilde temel toplumsal ihtiyaçlarından mahrum bırakılmış, kenara itilmişlerdir. günümüzde ise, şişmanlık farkındalığı ve kabullenmesi olarak adlandırabileceğimiz, şişmanlara daha toleranslı davranma başgösterdi, ancak tam tersine zayıflara ''çok zayıf, kesin hasta, anoreksik'' yaftaları yapıştırılıyor. italya'da moda haftalarında 34 beden mankenlerin genç kızlara kötü örnek olması sebebiyle boykot edilmesi bunun başlangıcıydı.

ancak bir bilim insanı ve son zamanlarda obezite üzerine araştırma yapan biri olarak söylemeliyim ki, hastalık ile bir insanın metabolizmasının, kemik yapısının toplamı olarak oluşan görünümünün ayrımına varmak gerek. obezite ve anorexia vücuttaki mutant hormonların /genlerin yanı sıra beslenme alışkanlıkları ve bedensel aktiviteler sonucunda oluşmakta. deneylerde, vücudunda beslenme ve enerji mekanizmalarında görev alan proteinleri mutant olan ve potansiyel obez olabilecek farelerin, düzenli beslenmeyle obez olmadıkları kanıtlanmış. ancak, insanlara doğru beslenme ve doğru egzersiz yollarını öğretmek ve toplumu bununla ilgili bilinçlendirmek yerine, obeziteyi (ki amerika'da obezite için yeni çağın kanseri denmekte) ya da daha doğru bir deyimle aşırı kiloluğu meşru kılacak, ancak zayıflığı kötüleyecek yöntemler seçilmekte. bence bu da toplumu ikiye bölmenin yollarından biri.

bilinçli olarak kusarak, psikolojik ya da hormonal nedenlerden dolayı anoreksik olmak başka bir şey, düzenli beslenerek ve spor yaparak, ya da hızlı bir metabolizmadan dolayı zayıf olmak başka bir şey. o yüzden zayıfları anoreksik diye yaftalama modası en az şişmanlara vebalı gibi davranılması kadar mide bulandırıcı. normalde zayıfsanız, kendi bedeninizi tanıyor ve kilo aldığınızı, metabolizmanızın değişmeye başladığını hissedip ''yaa kilo aldım ben'' diyorsanız, ''şuna bak kilo almışmış kime diyosun sen be'' diye cevaplar almak bir o kadar da can sıkıcı. çünkü türkiye'de insanlar kendi bedenlerini tanımak yerine, kendilerini başkalarıyla karşılaştırarak zayıf/şişman/çirkin/güzel oldukları kanısına varıyorlar. ve karşılarındaki insanı bir şekilde ezerek tatmin edebiliyorlar kendilerini ancak. buna yine normalde zayıf olan biri kilo alınca ''götün kocaman olmuş'' demek de dahil.

ha şişmanlar bunu yıllarca çekti, biraz da zayıflar çeksin de diyebilirsiniz. modern yaşamın gereği zannettiğimiz ancak reklamların sürekli zihnimize pompaladığı kadın imajı var yıllardır bir yanda da. bu yüzden bütün o botoxlar, 34 beden olucam diye yapılan şok diyetler, yaz sezonu bitince geri alınan kilolar. ve bunların yanında bu resme uymayan insanların aşağılanması, aşık olma haklarının bile ellerinden alınması. ancak dediğim gibi bütün bunların arkasına saklanmak çare değil, çünkü şişmanlık yaşlanmayla beraber eklem yıpranması, kolesterol ve kalp rahatsızlıklarını da beraberinde getiriyor. ortaokul yaşlarındaki bir çocuğun kola içerek aldığı haftalık şeker miktarı orta boy bir kavanozu doldururken, ya da hayatımızda dürüm adana yanında diyet kola içip, ''ay şekerim su içsem yarıyor ne yapayım'' diyen insanlar varken hala, bunların arkasına saklanmak komik geliyor.

hastalıkla, sudan sebepleri bir kenara ayırıp, kendi bedenlerimizle barışmanın vakti geldi. çünkü ancak sağlıklı vücut, kaç kilo olursa olsun güzel ve verimli.


http://www.independent.co.uk/...sed-to-it-802611.html

ankaralıların alışveriş merkezleriyle imtihanı


pıtrak gibi çoğalsalar da, oeehh dedirtseler de görünen o ki ankaralı'ların sevdiği bir imtihan çeşididir. istisnasız her hafta sonu bir alışveriş merkezi gezerek, ve hatta bebeklerini gezdirerek imtihanı 'pekiyi' ile geçtiklerini sanıyor bu insanlar. ankaralı'ların bitmez tükenmez stresinin ana kaynağı bu alışveriş merkezleri bence, bütün gün dolaşıp statik elektrik yüklenip dönüyorlar evlerine, sonra da açıp televizyon izliyorlar. tüm hayatları bundan ibaret olan insanlar bir de ankara'yı sevmiyorum diyince kızarlar di mi? oysa ne güzel bir hayat var ankara'da, doğayla buluşan yeni bir alışveriş merkezleri bile var, ne hoş(!)

eski sevgilinin ölmesi

sevgilinin eski sıfatı aldığı günlerden sonra sık sık düşünülür. konuşmuyorsunuzdur, ama içinizde kırık dökük bir şeyler vardır işte. bilirsiniz ki onda da vardır. onca zamanı, hatırayı bir yere sığdıramaz, mektupları yırtıp atamazsınız. zaman zaman ''ya ölürse'' diye düşünürsünüz, yüreğiniz ağzınıza gelir. bildiniz, hala seviyorsunuzdur onu. düşüncesi bile gözlerinizi doldurur ölümün, tabutu başında haykırdığınız anlar gelir sanki gözünüzün önüne. böyle zamanlarda eliniz telefona gider, arayamazsınız. ya da belki arar, dostça bir iki kelam eder, iyi olduğunu bilip, bir iç çekip kaparsınız telefonu, aranızda aşılamaz duvarlar.

zaman geçer, devran döner, daha rahat konuşup şakalaşmaya başlarsınız. belki yeni sevgililerinizi anlatırsınız birbirinize. yalnız böyle başlayan her konuşmanın sonu kalp kırıklığıyla sonlanır, hala unutamamışsınızdır onu. hayır, eskisi gibi de sevmiyorsunuzdur, ama o kekremsi tad var ya ağzınızda, o simsiyah eder dilinizi.

biraz daha zaman geçer, belki uzun uzun yıllar, artık telefonda konuşamaz olmuşsunuzdur. eski dosttur diye açılan her telefonun sonu, artık çok uzak noktalara düştüğünüzü gösterir biçimde tartışmalarla sonlanır. aklınıza gelir geçen yıllar, yine ''öldüğünde ne yaparım'' diye düşünürsünüz, fark edersiniz ki artık elinizden bir hayır duası okumaktan başka bir şey gelmez.

tebrikler, bir aşkı öldürmüşsünüzdür.


başı açık iki kadından biri hayat kadınıdır*

*ismi bilinmeyen bir öğretim üyesi


kendimce türkiye'nin muhafazakarlaşmasına karşı çıkışımın başında gelen nedendi bu gibi sözlerin eninde sonunda söylenecek olması. türbana saygı duyulmalıdır evet, ancak türbanlılar da türban takmayanlara saygı duymalıdır. onları hayat kadını gibi sözlerle aşağılamaya artık söyleyecek söz bulamıyorum, pes!

bu artık ne dinine uygun davranmak, ne kişisel haklarını korumaktır. bu türban takmayanları 'diğerleri' ilan ederek düpedüz suçlamak, hedef göstermek, toplum içinde sindirmeye çalışmaktır.
ayrıca bunu söyleyen adamın müslümanlığı anladığından şüphe ediyorum ben, ve malesef türk milletinin din anlayışı bu adamınkine benzemekte giderek.

ece temelkuran başını örtmeyen kadınların türbanlılar arasında ne hissettiğini yazmıştı bir ara. sanki suç işliyormuşsunuz gibi, ve hatta ucuz bir hayat kadınıymışsınız gibi baktıklarını yazmıştı. bu bakışın bu kadar aleni ilan edilmesi birşeylerin yanlış gittiğinin kanıtı. kimse kimsenin ne dinine ne dinsizliğine müdahale edebilir. ki başını örtmemek dinsizlik değil!


batı toplumunun sevgiyi yozlaştırması

''if we live in such a great and prosperous world, and we are living longer, better, and healthier than before, why are we so unhappy?''


tanımadığınız batılı insanlar arasında kaldığınızda fark edersiniz ki ''bizden adam olmaz'' dediğiniz sizden insan olmuştur da batılılarda sevginin yanında insaniyete değer bütün değerler körelmiştir. kendinizin farkına varmak ve karşınızdakinin sizin nezaketinizi, saygınızı hak etmediğini, dahası bunları anlamadığını görmek acılı bir süreçtir.

sevgi denen olguyu çoktan terk ettikleri aşikar ancak bizim saygı sandığımız şey araya set çekme, belli bir noktayı geçmeme ve geçirtmeme, insanların arkasından konuşma ama sizin de insan olduğunuz bilincini yitirerek konuşma, iş yerinde sizi partneri ve rakibi olarak belirleme ancak rekabetten psikolojik yıpratmayı anlamaktan ibarettir. bizde meziyet olarak görülen duygusallık, ince düşüncelilik, ekmeğin yarısını paylaşma onlarda sadece bir zaaf, zaaflarınızı aşağılama fırsatını da asla kaçırmıyorlar. zaten düşünceli bir insanın batı toplumunda kişiliğini koruyarak yaşaması imkansız; ya yıpranmayı ya da sertleşmeyi seçmek zorundasınız. *

tüm bunların arasında beni en çok kıran ise, batılı toplumlarda kişilerin bu tür duygulardan uzak, bihaber ve bırakın sizin yaptığınız inceliği anlayacak, tam tersi dalga geçecek şekilde yetiştirilmesi. kendinizi anlatma yollarınızın hepsi kapanıyor böylece. iyi, güzel ve doğru bildiğiniz her şey kötülenince, ve siz bunda mantıklı bir sebep bulamayınca boşluğa düşüyorsunuz.

ilginç olanı ise, bu kadar uzak gözüken insanların biraz içince tamamen değişmeleri. buna özel yaşamla iş yaşamını ayırmak diyenler olabilir ancak bunun asıl nedeni kişiliksizlik ve maskelerden ibaret olma bence. ayrıca ulu orta sevişmelerini de anlayamıyorum malesef, bu kadar mesafelilerse nasıl sokak ortasından beş dakikada adam kaldırabiliyor ve özel hayatlarını bu kadar göz önünde yaşayabiliyorlar? ve bunda insanlara saygı nerede?

düşünüyorum da, progesteron annelik duygusu aşılar ya hani, duyguların benzer olmasını beklersiniz insanlarda; işte o külliyen yalan. bütün genetik bilgime karşılık geliyor hayati bilgim, bakıyorum da artık insan olmamak yaşamı sürdürmeyi sağlıyor başarıyla. başarı herkese göre tartışılır ancak, survival of the fittest kuramına göre bu oyunda kazananlar artık biz değiliz; yıpranmaya ya da değişmeye mahkumuz.

----------------------------- modern batıya hoşgeldiniz.

hem evrim teorisine hem yaratıcıya inanmak

yanlış fiille kurulmuş bir cümledir. evrim teorisi biyolojik bilimlere dair bir konu olduğundan, ve bilimde herhangi bir şeye inanılmadığından; aksine dogmalardan mümkün olduğunca uzakta, eldeki verilere göre, bulgularınızın sizi götürdüğü yere kadar bilindiğinden, evrim teorisine inanılmaz, bilinir. nereye kadar? bildiğiniz yere kadar. ancak sizin evrimden anladığınız ''insanla maymunun ortak ataya sahip olması ve tanrının olmadığı'' ise, yok böyle bir şey kardeşim. elde edilen bulguları herkes kendine göre yorumlar ancak, evrim teorisinin karşısına yaradılış teorisini koymak kadar saçma bir şey olamaz. evrim dediğiniz şey iki olguyla da özetlenemez. biyoloji ve genetikteki hemen hemen her olgu evrimin var olduğu esasına dayanarak yorumlanmıştır. ancak bu evrim sizin sandığınız anlamdaki evrim değildir. ortalığı galeyana getirmeden önce bir araştırın, harun yahyanın kitaplarından başka kitaplar da okuyun, bilimde hangi noktada duruyor evrim bir bakın, ondan sonra hür iradenizle, bilimsel bir bakış açısıyla karar verin.
bunun dışında; evrime inanmak gerekli olmadığı gibi, tanrı'ya inanan insanları da yollarından çevirmeye çalışmak da saçmadır. dinler sonuç olarak ruhani anlamda kendini rahatlatma ve doğru yol olduğuna inanılan bir yolda yürüme değil midir? söz konusu yoga, budizm, kabala inançları olunca ne kadar trendy ne kadar cool oluyor değil mi? onlara laf yok ama, kitaplı dinlere inananlara hemen yobaz muamelesi yapılıyor. bir insan inandığıyla bildiğini ayırabiliyorsa, ve kimseye zarar vermeden huzurlu bir şekilde yaşayabiliyorsa kime ne onun inancından?
malesef sağduyumuzu ve ortak yaşama bilincimizi kaybettiğimiz günlerdeyiz. insanlarda birbirinin inancına, yaşayış şekline ne hoşgörü ne saygı kalmış.
ha bu arada, türbanlı genetikçiler de var evet, mini etekliler de. ama hiçbirimiz bölümde birbirimize çemkirmiyoruz. bizim bildiğimiz kadarını bilseniz, genetik mühendisliği diye bir lisans programı olmadığını bilseniz misal, ya da araştırsanız bir miktar yorum yapmadan önce; siz de bu kadar çemkirmezsiniz inanın.
bilim güzel şey, ancak insan olabilmek daha güzel şey.


---
23.11.2007

zerdaliler

unut gecen eski gunleri
bunca yil sonra nasilsin? la söz açılır önce,


ne sen soyledin derdini
ne ben sevdigime inandim' a gelir laf döner dolaşır,


boyandim gecenin karasina
artik kimse kiramaz beni
o kul gibi deniz,o sessiz kiz
kayip bir sandala binip gitti diye inat edersiniz; geçmişe dönüş yoktur sanki


anlardim aklindan gecenleri
sustukca konustuk sanki
sevdaymis meger bu icimizde
yillardir uyuyan diri ile çözülürsünüz birbirinize,

fincana kahve koydum gel

bugün seytana uydum gel


niyeti bozduğunuzun resmidir

sessizlik sensin geceleri...

altı sene bir kaç mısraya böyle sığarmış meğer.

---
altı sene yedi ay sonra..

elimde değil

‘gözlerinden sızan karanlıklar umrumda değil’ derken aslında o karanlıkların ne kadar umrunuzda olduğunu, ne kadar acıttığını hatırlatır. sonsuza dek sarılmak istediğinizin tek bir bakışıyla, sarılışıyla yetinmek zorunda kalmak; farkında olmadan, o bir anın aslında ömrünüze bedel olması, ve elde ettiğiniz edebileceğiniz tek şey olması; ''yalansan yalanı severim'' diyebilecek kadar gururdan ödün verebilmek, bir yalanı sevebilmek elinizde değildir işte. ah bir bilseydiniz son sarılışınız olduğunu, çözülür müydünüz hiç! ''dizime başını düşür uyu, korkular içimden aksın gitsin'' korkarak söylenir aslında.

yalnızım, yalnızız, yalnızlıklar;
elimde değil...

islamcılar kazandı terk ediyorum*

*fazıl say

bu ülke ne ''ya sev ya da terket'' ülkesidir ne de ''korktu, kaçıyor'' ülkesi. sevebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz, kalabilirsiniz, gidebilirsiniz. ne kalanın gidene, ne de gidenin kalana laf söylemeye hakkı vardır zannımca. gidenin ne koşullarda gittiğini, aklını mı kalbini mi arkasında bıraktığını bilemez çünkü kalan. kalmanın da gerektirdiği fedakarlığı bilemez giden. ''ülkesine borçlu'' diyorsunuzdur belki ama ne borcu? bugünlerde çok sık konuştuğumuz vatan borcu mu mesela, birilerinin içi yanarken birilerinin kan kustuğu? bırakın herkes kendi hesaplaşmasını kendi içinde yapsın, giden de selametle gitsin kalan da selametle kalsın. ki bence gidenlerin çoğu bu ülkeyi kalanlardan daha çok seven ve günden güne mahvoluşunu görmeye dayanamayanlardır. digerlerinden korkarak yaşamanın hiç tadı yok çünkü...

arkadaşın sevgili olduğu an


ileride kafanızı duvara vurmanıza sebep olacak andır.


elini tutarsınız, bi garip gelir. ''ulan ne düşünüyo'' acaba diye içiniz içinizi yer. ''yanlış mı yaptık'' dersiniz, geri dönüşü yoktur. ilk buhranları atlattığınızda karşınızdaki eski sevgililerinizi anlattığınız, eski sevgilileriyle yediği her haltı bildiğiniz biridir. size gösteremediği sevgi kırıntılarını eski sevgilileriyle ilişkilendirip işkillenirsiniz. bir de sizden uzakta yaşıyorsa anılar kıskançlık krizleri olarak döner. yıllardır tanıdığınızı sandığınız adam, meğerse bambaşka biridir. arkadaşlıktan sevgililiğe geçerkenki baldan tatlı 'yazma' dönemi bitmiş, karşınızda bir öküz durmaktadır. yine de ''bunca yıldır tanıyorum, her şeyden önce dostluğumuz, saygımız var'' der, gözü kapalı güvenirsiniz. zaman geçer, eskiden dost olduğunuz, her durumda birbirinize sığındığınız unutulur, ortalama sevgili kıvamına gelirsiniz. saygısızlıklar, kavgalar, birbirinizin içini okumamışsınız gibi kalp kırmalar başlar. gözü kapalı güvendiğiniz adam, saman altından su yürüten adama dönüşür. ilişki biter, onca yıllık geçmişi kaldırıp çöpe atarsınız. anılar hatrınıza gelince yüzünüzde tebessüm değil, acı vardır artık. can yakar.
affedemeyeceğiniz şey ilişkinizin kötü bitmesine sebep olması değil, size herhangi biri gibi davranmış olmasıdır...

roots



yayla evimizin bahcesinde bir visne agaci vardi bir zamanlar. hic gormedigim dedemin diktigi, ananemin her suladiginda "dedecagiz dikmisti bunu" dedigi bir agac. ilk tirmanmayi denedigim, ilk kez dustugum, bahcede saklambac oynadigimizda saklanmak icin ilk kostugum... dibindeki toprakla oynayip ellerimi kirlettigim, kirlenen ellerimi tulumbada yikamaya kalkinca arilarin saldirisina ugradigim agac. her yaz yesiller icinde gorurken onu, bahara denk gelen bir kurban bayraminda beyaz giyindigini gorup sasirdigim. turlu rituellerle recelini yaptigimiz, recel yaparken bir yandan da gizliden gizliye yedigimiz visnelerin sahibi.

onceleri cok cok kucuktum, visne toplama gunlerinde ancak kova tutma gorevi benimdi. sonra yandaki kulubenin catisina cikip ulasabildigim dallardan toplamaya basladim visneleri. sonra o kulubeyi yiktilar. agaca cikabilecek kadar buyudugumde kardesime devrettim kova tutma gorevini. o zamanlar agaca cikabilmek icin sira beklememiz gerekirdi, yaz evimiz cocuk civiltilariyla doluydu cunku. zamanla o sira azaldi, agac bana kalabilirdi biraz mucadele etsem. ama o visneleri yalniz yemenin pek de bir tadi kalmamisti.

sonra bir yaz geldik baktik ki o agaci kesmisler. yan taraftaki bos arsaya dukkan yapmak icin. bize tek kelime etmeden.

diyecegim o ki bazilari ne aldiklarini bilmeden, futursuzca kesip alabiliyorlar bir yaninizi. sonrasi, sonrasi koca bir bosluk.

hayat!

bazı durumlar vardır, mantığınız başka şey der, kalbiniz başka. geleceği tahmin etseniz bile konduramazsınız bir türlü. aklınızdan geçer de dilinizden geçmez, geçince de siyaha keser diliniz, yüreğiniz. konuşursunuz, mantıklı mantıklı, evet ya böyle der rahatlarsınız. sonra gene bir şarkı çalar, gene süzülür yaşlar gözlerinizden.

üzgündüm, ağlayamadım bile önce. sonra su damlalarına saklayıp göz yaşlarımı, gizli gizli duşta ağladım, hıçkırarak. büyük bir boşluktu içimdeki, kapkara. zehrim aktı ağladıkça, mantığım bi kenarda zıplamaya başladı. derse verdim kendimi, uzun zamandır yapamadıklarımı yaptım. boşluğu doldurmaya çalıştım kendimce.

sonra bir an geldi, bir düşünce saplandı beynime. olur ya, belki geri dönüşü vardır diye. içimi yemeye başladı; dersi dinleyemez, yanımdakini dinleyemez, en önemlisi kendimi dinleyemez oldum. gereksiz umut böyle bir şey işte, insanı kemirmekten başka bir şeye yaramaz. konuştum, konuştuk; gereksiz umudum dibi boyladı. biraz daha açıldı zihnimin karanlıkları.

yine de ağlamak iyiydi, bırakayım aksındı biraz daha zehrim. hem ben acı çekmeyi sevmez miydim, çünkü gerçekten bir şey hissedebildiğimi anladığım zamanlar acıyla doluydum. sevgiye bağışıklığı oluyor insanın zamanla, orda dursa bile fark etmiyorsun artık, ama acı öyle mi? geliverince kaplıyor hayatını, silinmeden duruyor olanca haşmetiyle orada.

tamamen ağlatma amaçlı bir playlist yaptım kendime, hatırlarla dolu şarkılar koydum bolca. gurbi'mi aldım sarıldım, ağladım ağladım; sonra bir baktım artık ağlayamaz olmuşum. anladım o zaman, o boşluk çok da büyük değilmiş.


laba verdim kendimi, 8'lere 9'lara kadar çalıştım. ve iyi haberler aldım, farklı umutlarım olmasını sağlayan. boşluğu başka bir şekilde dolduruyorum yavaş yavaş, yine de bir yerlerde bir umut saklıyorum. ''sana söz yine baharlar gelecek, sana söz ışık sönmeyecek''

hayat denen şey de bu değil mi zaten; boşluk açılır, boşluk dolar...


ölü erkek kuşlar


"hep aşılması gereken bir eşik daha oldu önümde..güçlükle kazanılmış bir hayat benimki..bağışlanmış değil"..der ve bir el çırpması ile dağıtıverir yüreğine konan tüm kuşları kadın.

----------------

kömür tozu, nem, beton ve lodos kalıntısı o bayat kokuyla çıkıyorum dar, dik merdivenleri. arkamdan ikinci kat daire kapısı incecik, karanlık bir çizgi halinde aralanıyor. gözetleniyorum.

bir kat yukarı çıkıp elimdeki gaz bidonunu kapımın önüne bırakarak mantomun cebinden anahtarımı alıyorum. on gün öncesine kadar benim olan bir başka evin anahtarı da takılı anahtarlığımda hala. onu niye çıkarıp atmadım? işime yaramayacak artık. denedim. hiç zaman kaybetmeden kilidi değiştirmiş ayhan. kavgadan iki gün sonra sonra birkaç parça çamaşır, panik içinde çıkılıp gidilirken unutulmuş bir etek, iyi bir ayakkabı, o gecenin hiçliğine, kötülüğüne, o ayrılığa yakışmayacak bir kemer almak için uğradığımda inanamadım buna önce. kilidin hangi amaç ya da düşünceyle değiştirilmiş olduğunu düşündüm sonra. bir tür öç alma mı, yeniden karşılaşmaktan incinme çekincesi mi, cezalandırma mı? hangisi? kapı önünde bir süre ne yapacağımı bilmez durumda bekledim. dışarı çıktığımda, sokağın ortasında durarak uzun uzun denize baktım. anahtarı kilide soktuğum ana kadar o gece olanları unutmak istemiştim sanki, unutmaya çalışmıştım. ne olursa olsun geçiştirebileceğimi ummuştum. oysa kendi evimin kapısında bir yabancı oluverdiğimde durumu olanca gerçekliği ile yeniden kavradım.

o akşamüzeri dergideydim. rekla'dan ayrılalı iki ay kadar oluyordu. yeniden bir reklam ajansında çalışmak istemiyor, eskiden olduğu gibi derginin sanat sayfasına haftalık haber ve eleştiri yazıları hazırlamayı düşünüyordum. yönetim odasında iki arkadaşımla tartışıyorduk bu konuyu. bir ara arkama yaslandım ve odayı holden ayıran camlı bölmenin ardından ayhan'ı gördüm. holdeki pencerenin önünde ayakta durmuş, tedirgin bakışlarla bir caddeye bir benim bulunduğum odaya göz atıyordu. bir süredir beni izliyordu biliyordum ama bunu telefonlarla, dolaylı sorularla, yarattığı bahanelerle ve incelikli bir biçimde yapıyordu. ona dergiye gideceğimi söyleyerek daha iki saat önce çıkmıştım evden. inanmamış, peşimden gelmişti demek. ikimiz için de utanç verici bir durumdu bu.

benden yana baktığında gözlerimiz karşılaştı. bakışında öfkenin gizleyemediği derin bir çaresizlik gördüm. arkadaşlarımdan özür dileyerek mantomu askıdan aldım, hole çoktım. çok korktuğunu ve salt bu yüzden beni kaybedeceğini bilmediğini düşündüm o anda. gidelim, dedim.

konuşmak zorundayız, dedi, merdivenleri inerken. böyle sürmez, bitecekse biter. şu son iki saatte nasıl bir duygusal karmaşa yaşamış olabileceğini düşünerek sustum. iki gündür pek az konuşmuştuk, zorunlu gündelik sözcüklerle ve bu süreyi hemen tümüyle odamda geçirmiştim.

yokuşu indik. konuşmadan iskeleye yürüdük. yağmur atıştırıyordu. güverte boştu. tahta bir sırada birbirimizden uzak oturduk. elleri titreyerek bir sigara yaktı. ellerine acıdım. bir zamanlar o kadar çok sevdiğim ellerine acır olmam içimi sızlattı.

çantamdan paketimi çıkarıp bir sigara da ben yaktım. bana bakmadı, sustu. ne söyleyeceğini bilmiyordu. konuşulması gereken pek bir şey kalmamıştı. hepsini konuşmuştuk. konuşamayacağımız için konuşmadıklarımız kalmıştı yalnızca.

denize bakarak sigaramı içtim. çok yorgundum. konuşmaya başlayan hiç bir zaman ben olamam artık, diye düşündüm. çevremle bütün bağlarım kopuktu uzun zamandır. dertlerimi anlatmaya değer bulduğum tek insan kalmamıştı. kullanmaya gereksinme duyduğum tek sözcük yoktu. ne olacağımızı düşünmekten bezmiştim. kendime ait, tepe tepe kullanacağım bir mutsuzluk ve tek başıma yaşamam gereken bir yalnızlıktı tek istediğim. aslında ayhan'la birlikte olduğum ilk günlerden beri içimde barındırmıştım bunları ama öyle olduğunu ancak şimdi anlayabiliyordum. o beni 'daha iyiye' doğru geliştirmek için sürekli kollayıp kontrolü altında tutmuş, mutsuzluk ve yalnızlık hakkıma el koymuştu. kuşkusuz bunları sevgiyle yapmıştı, öyle ki, ona bu çabasında ben de yardımcı olmaya çalışmış, isteğini paylaşmıştım. aşkla, bastırmış örtüp gizlemiştim kendimi bilmeden. oyun oynamıştım belki de, onu ve kendimi bir süre kandırmış ama içimdeki o hastalıklı mutsuzluk tutkunluğunu büsbütün silip atamamıştım. tersine, giderek büyütmüş ve son zamanlarda taşıyamayacağım kadar ağırlaşmış olduğunu birden fark edivermiştim.


----------------

bir gün seninle ve sevişmeden
sevdaya baktık ikimiz
yıllarca, günler, kısa bir süre
yalnızca ona, sevdaya.

yanımda taşıdım her yolculukta bunu
taşlarla kanattım, suyunla yıkadım sonra
yeni ısırılmış bir elmaydın da suyunla
bazen de yemyeşil yaptım, gözlerin oldu kuşkusuz
en yeşil yapraklarda ova ova.

yolculuk!
günler içindeyim ben
bir günün tam ortasında.

mümkün mü artık dönmek?



bi gün başını alıp gidebilmiş olmak iyidir. bunun da faydası "gidebilmek"tir. bir kere yapmış olunca insan, hep gidebilir. canı sıkılınca döner, sonra tekrar gider. yalnız kötü bir huyu var bu gitmelerin, bir kere tadını alınca zehirliyor insanın kanını. sonra ne anılar tutabiliyor seni, ne de insanlar.


çok geç kalmadan gitmek lazım, rehavetin tozu birikir yoksa insanın omuzlarında, silkelesen de gitmez.

neresi sıla bize, neresi gurbet
yollar bize memleket

-------

gidebiliyor da insan, düşünüyor arada sırada, o en başa dönmek mümkün mü? herşeyi bir kenara bırakıp, huzur ve biraz da yasemin kokan akşamlara dönmek?

düşünüyorum da, olan huzurum da kaçabilir böyle durumlarda.

rakılı akşamlar, gün batımları
çocuk gibi ağlar yaz sarhoşları
olmamış yaşamlar, eksik yarınlar
hatırlatır herşey eski aşkları


pencere önü çiçeği

sabahları uyanmak için kurduğum alarmları mütemadiyen erteleyip sonra uyuyakalan bir insanım ben. bu sabah da yedi kırk ve yedi elliye kurduğum alarmları nasıl olduysa kapatıp geri uykuya dalmıştım ki sekizi altı geçe oda telefonunun çalmasıyla uyandım. telefona yetişemedim ama yataktan kalkmayı becerdim. bazı günler uyanıp, saate bakıp, kendi kendimi derse yetişemeyecğime ikna edip uyuduğum zamanlar olmuştur. bazense çeyreklerde uyanıp, yataktan fırlayarak kalkıp kırk dersine yetiştiğim. neyse uyuz bir şekilde kalkıp üstümü değiştirmeyi ve yüzüme çarpan suyla uyanmayı beceriyorum. ders dokuzda, hoca dün 'derse gelicem' dese bile geç gelme ya da hiç gelmeme ihtimali var. ki sekiz kırk dersini dokuza çekmesinden belli zaten, bilim adamı değil gözleri fıldır fıldır dönen piyasa kurdu tipi var adamda.

geçen dönem ilk kez dersimize geldiğinde herkes adamla ilgili hayallere dalmış:
(bahsettiğimiz tim burton'ın batman'indeki penguen adam benzeri biri)
hoca: ca signalling pathways
iç ses : (adamı elinde viski kadehiyle hayal eder, parmakta koca bir yüzük) alyansı da var ama nasıldır ki böyle bir adamla evlilik, kesin karısını aldatıyordur bu, çocuğu var mı acaba, labında çalışanlara sarkıyor mudur ki?
hoca: piyasaya el atın çocuklar, çalışmayın iş veren olun, bakın kimse anlatmaz size bunları burda.
iç ses : hah başladı gene, çok zengin mi ki bu?
hoca- düşen pantolonunun belini çekiştirerek; sen ne yapcan mezun olunca, sen, sen, sen?
sınıf: mmmh master, doktora, bilmem.
hoca: aklınızı çalıştırın çocuklar, başkalarının fikirlerini doğru şekilde kullanmayı bilin.
iç ses: çalın çırpın.

nitekim (hatta sülo türkçe'siyle netekim) iki gün önce teknokent'teki ofisine gittik hocanın, bizi 40 dakika beklettikten sonra teşrif ettiği ofisi çalışanı olmayan on kadar çalışma masası, plazma önü deri koltukları, yanında bilardo masasıyla bir hayali ihracat ofisini andırıyordu. anlaştığımız konu bu adamın kaçakçı olup ofisin göstermelik olduğu :)

neyse işte nasıl olsa hoca geç gelir diye yavaş yavaş hazırlanıp, depresyonda da olduğumdan 'makyaj yapmadan çıkmam abii' deyip süslenip derse on dakika kala odadan çıkıyorum. yürüyerek oniki-onüç dakika sürüyor bölüme gitmek. ben işi biraz daha ağırdan alıp, kulağımda müzikle salına salına gidiyorum bölüme. hava soğuk, ilk başta üşüsem de alışıyor vücudum sonra. kafamda binbir düşünce uçuşuyor, kendi kendimle konuşuyorum bunun bir delilik alameti olup olmadığını sorgulayarak. yazarlar acaba yanlarında defter kalem ya da ses kayıt cihazı mı taşıyor diye düşünüyorum, ben taşısam ne olur ki, en azından kendi kendime konuşuyor olmam.
(bu arada ABBA'dan gimme gimme gimme a man after midnight çalıyor, dans edesim geliyor)

sabah sporumu da yapmış olmanın verdiği gönül hafifliğiyle derse giriyorum, hocayı daha derse başlamamış buluyorum. ders bir şekilde geçiyor, erken çıkıp almanca'ya gidiyoruz, neden almanca öğrenmeyi sevdiğim ve geliştirmeyi istediğim halde derse gitmenin eziyet gibi geldiğini sorguluyorum kafamda. üstelik dersler eğlenceli geçiyor; aptal bir alman teenagerin dedesinden kalma botunun hikayesini izliyoruz alt yazısız, artık almanca anlayabildiğimi anlayıp seviniyorum.

(ps: die Faehler: Kalpazanlar'a gidin)

yine de dersin sonuna doğru buhranlar basıyor, kafamda yine binbir düşünce, aklımı hiç bir şeyle meşgul edemediğimi düşünüp üzülüyorum. ders çalışırken bir yandan da müzik dinlemem lazım, yoksa kafam başka şeylere takılıyor; kalkıp saatlerce dans etmeye başlıyorum; derste hocayı dinleyemiyorum; arkadaşlarımla konuşurken kafam başka yerde, sonra benden sıkılıp sıkılmadıklarını merak edip yine üzülüyorum. bu aralar kimse beni hayatında istemiyor gibi geliyor, zaten bir yol ayırımındayız ya, daha da çok yalnızlığıma sarınıyor, olup olmadık şeylere kırılıyorum.

birbuçukta efes pilsen fabrikasına gitmek üzere hareket ediyoruz. ikram olacağını bildiği için herkes çok neşeli. karşımızda kavaklıdere'ye nispeten iyi hazırlanmış ve üretim kapasitesi çok yüksek bir efes buluyoruz. saatlerce üretim aşamalarını dinleyip fabrikayı gezdikten sonra ikramlara hücum etmek için adımlarımızı sıklaştırıyoruz. (bu arada biraya tadını veren şerbetçiotuymuş, bitter/aromalı) millet 4. bardak birasını içerken ben de diğer masalardan cips, salata, patates kızartması ve sigara böreği topluyorum, ki sigara böreği kara borsa. neyse son biraları alelacele içip bardakları çaktırmadan çantaya atıp ringe dönüyoruz. bu arada aklıma heidelberg'te cebe attığımız melon schnapps shot bardakları geliyor.

dönüş yolunda uyuyup yüzümde çiğdem'in hırkasının iziyle ring şoförünü beni yurdun oraya atması için ikna edip yurduma dönüyorum. dün gece uyuyamamıştım yine, o yüzden kendimi doğru yatağa atıp iki saat uyumak üzere yatıp dört saat uyuduktan sonra kalkıyorum.

günlerdir odaya gelmeyen elif geliyor sonra, canı sıkkın belli, üzerine gitmeden ders çalışmaya başlıyorum; bir yandan da artık pek konuşamadığımızın farkına varıp üzülüyorum. konuşmak isteyip istemediğini sorduğumda 'hayır' diyor, ben de sesimi çıkarmıyorum. elif yatıyor, ben kulağımda kulaklık, yine ders çalışamıyorum. kuzeni arıyor biraz laflıyorum, telefona dadanıp oyun oynuyorum. ve kafamda uçuşanları dillendirip biraz rahatlamak için laba iniyor, bu satırları yazıyorum.

ve sonra yine Kalpazanlar aklıma geliyor, ve mısır almadığımız, ve sonra Sweeney Todd, ve mısırı çok seven biri; ve ben biliyorum ki bu gece de uyuyamayacağım.

---

1 mayıs 2008'de yazılmış bir yazıdan...

metafor



mutant farelere benziyor insanlar. deliklerinden çıkmış ortalıkta koşuşturan rengarenk farelere. bu kadar fare hangi delikte saklanıyormuş diye soruyorsun kendine. bir amaçları var mı, yoksa sadece dünyanın kaynaklarını tüketmekle mi meşguller?

tuzlada bilmem kaçıncı işçi ölüyor, sadece bir istatistik olarak. ekmek parası peşindeki bi seyyar satıcıyı, bir çimento kamyonu ezip geçiyor. parçalanıp dağılmış tahtaların ve tekerleklerin arasında ilerlerken önce et parçalarını görüyorsun, insan vücudu değil kıymalık ete benziyor. sonra üzerine gazete örtülmüş boylu boyunca uzanmış bir ceset. kanı görene kadar bir şekilde ölmemiş olduğunu ümit etmiştin ya, kırmızı kanı asfalt içiyor yavaş yavaş. asfaltlar insan kanıyla besleniyormuş bu diyarda meğer. sivilceni patlatıp akan kana bakıyorsun, kan aynı kan, ne tuhaf.

bir yanda insanlar koşuşturuyor, fare de değil et parçalarıymış aslında onlar, kadınlara et parçalarıymış gibi bakan erkekler ve kendilerini sadece etten ibaret sanan kadınlar oldukça da böyle kalacaklarmış.

sonra bir oğlan çocuğu mavi gözlü bir yavru kediyi tekmeliyor.

insanlar da ucuzladı, insan hayatları da diye düşünüyorsun. ya da aslında hep ucuzmuş da biz fazlaca anlam yüklemişiz. sadece birer istatistik olarak kalmalıymış hayatlar ve ölümler. hadi git de o adamın eşine, çocuklarına 'bu sene trafik canavarına bilmem kaçıncı kurban olarak sizin babanızı seçtik' de.

sonra et parçaları geliyor gözünün önüne, lime lime.


bir damla var elimde


ağlamak için illa birisinin senin elinden elma şekerini almış olması gerekmez; ağlamak için illa taze yaralanmış olman gerekmez. ağlamak bazen eski yaraları tatlı tatlı kaşıyayım derken farkında olmaksızın yaraların kabuklarını kaldırıp onları kanatmaktır. tıpkı hatırlamak gibi... belki de akan kanla içinden biraz da cerahat akıtmaktır.

ağlamak bazen de zamanında edilememiş her beylik söz için yakılan ağıttır. boğazında düğümlenip kalır bir hıçkırık.

9 Haziran 2008 Pazartesi

script for a jester's tear


so here i am once more in the playground of the broken hearts,
one more experience, one more entry in a diary, self penned
yet another emotional suicide overdosed on sentiment and pride
too late to say i love you, too late to restage the play
abandoning the relics in my playground of yesterday.
i'm losing on the swings, i'm losing on the roundabouts
too much, too soon, too far, to go,
too late to play, the game is over.
so here i am once more in the playground of the broken hearts,
i'm losing on the swings, i'm losing on the roundabouts the game is over
yet another emotional suicide overdosed on sentiment and pride
i'm losing on the swings, i'm lossing
on the roundabouts, the game is over
too late to say i love you, too late to restage the play
the game is over.
i act the role in classic style of
a martyr carved with a twisted smile
to bleed the lyric for this song
to write the rites to right my wrongs
an epitaph to a broken dream to
exorcise this silent scream
a scream that's borne from sorrow.
i never did write that love song the words just never seemed to flow
no sad in reflection did i gaze through perfection
and examine the shadows on the other side of mourning
and examine the shadows on the other side of mourning
promised wedding now a wake
the fool escaped from paradise will look over his shoulder and cry
sit and chew on daffodils and struggle to answer why?
as you grow up and leave the playground where you kissed your prince
and found your frog, remember the jester that showed
you tears, the script for tears.
so i'll hold my peace forever when you wear your bridal gown
in the silence of my shame the mute that sang the siren's
song has gone solo in the game i've gone solo in the game
but the game is over
can you still say you love me can you still say you love me
can you still say that you love me