12 Aralık 2010 Pazar

so long

uzakta olmak demek, bazen insanların sizi düşündüklerini sanıp düşüncesizlik etmeleri demek. babaannem vefat etti geçen haftalarda, annemler de tabi ben uzaktayım diye düşünüp söylemediler bana. düşünmedikleri şeyse benim bunu başkasından duyabileceğim. sonunda, bi kuzenimin bana facebooktan attığı başsağlığı mesajıyla öğrendim! canımı hangisi daha fazla yaktı bilemiyorum, böyle bir zamanda babamın yanında olamamak mı, 'nasıl olsa buraya gelemez' diye gözden çıkarılmak mı.

---

25 Kasım 2010 Perşembe

i stumble, stumble down from what was mine

bayramlara dair en net hatırladığım şey, kat kat etekli renkli elbiselerimle dedemin kucağında bir prenses edasıyla oturuşum. her seferinde anlattığı masallar, sorduğu bilmeceler... dedemin ölmeden önceki zamanlarını hatırlamaya çalışıyorum, hatırlayamıyorum nedense. varsa yoksa kucağında oturup şımardığım bayramlar, babaannemin minicik yaprak sarmaları.

bayramda uzak olmak hüzünlü ama hüzün uzaklıktan mı yoksa ortada bayram olmamasından mı geliyor bilmiyorum. bayramlar hep bir sinir harbidir bizde oysa, babam sürekli geç kalıyoruz diye bize kızar, ben kesin daha banyo yapıp süsleneceğimdir, annem babama söylenir 'sabahın köründen akşama kadar dikiyosun bizi o evde' diye. evet, bildiniz annem zerre hazzetmez kaynanasından. yine de bayramdır işte, herkes toplanır, ne zamandır görmediklerin görülür, kuzenlerle dedikodu yapılır, erkenden kaçıp bi yerlere gitmenin yolları aranır. içinde olunca eziyet gibi gelen, olmayınca özlenen bir ritüel.

dedem vefat edeli yıllar oldu, babaannemse hastanedeydi bu bayram. babam bayram gecesini onun yanında geçirdi, bi garip işte. düşünüyorum, o da vefat ederse ne bayramda toplanılacak bi yer olacak, ne de bayramlaşılacak pek bi kimse. yine de, kendi bayramlarımızı yaratacağız ilerde...

---

27 Eylül 2010 Pazartesi

the one you love


sigarayla insanın ilişkisi ne garip. kabullenilmiş ve zevk alınan bağımlılık. sadece madde bağımlılığı değil aslında olay, kendine zarar veriyor olmanın bilinci de ayrı bir zevk unsuru aslında bazı insanlar için. üstüne sigarayla verilen alt mesajı, erotizmi de koyun...

ben küçükken annemle babam sigara içerlerdi, çok sinirlenir teker teker kırardım sigaraları. şimdi düşününce ne sinir bozucuymuşum. sonra ilkokul üçte, arkadaşımın evinde bir karton sigarayı teker teker yakıp, hepsinden birer nefes çekip söndürdüğümüz bir zaman olmuştu. başka arkadaşlarımız tarafından da hoop annemlere uçurulmuştu olay. çok iyi idare ettiler olayı; ne kızdılar, ne arkadaşım gibi dayak yedim. zaten yeterince utanmıştım, bikaç kere daha balkonda tek nefes çektiğim sigara nöbetlerinden sonra her çocukluk oyunu gibi unutup gittim.

zaten sigaranın tadı hep çok acı gelmiştir bana, belki ilk nefes iyidir de sonrasında boğazda bıraktığı o kekremsi his... sonraları, üniversitedeyken, kantinde karanfil kokulu sigaralar içen insanlar olduğunu keşfettim. bayılırım karanfile. baktım arkadaşlarımın hepsi djarum black içiyormuş. pahalı da ha, o zamanlar altı milyon muydu ne paketi, öğrenci harçlığınla almaya kıyamazsın. birisi alınca ondan otlanırdı herkes o yüzden. uzun süre cesaret bile edemedim denemeye, biliyorum başlarsam bırakamam. ama öyle bir arzu nesnesi yaratmış ki adamlar! şekerli filtresi, karanfil kokusu, siyahlığı, yanarken çıkardığı çıtırtı... filtresinin tadına bakmakla yetinemedim tabii bir süre sonra, denedim. hiç paket almaya vardırmadım işi ama arkadaşlarım içerken ara sıra ben de içtim. üstüste en fazla içtiğim sayı 2-3tür herhalde, onda da, djarum'un içinde allah bilir daha neler olduğu için bünyeme ağır geldi tabii, gecenin bi saati ateşlendim, mide bulantılarıyla sabahı zor ettim. bi daha da o kadar içmedim. hiç paket almamanın yararı, hiç düzenli bir içici olmadım. ayda bir belki içiyordum o zamanlar, şimdi de üç ayda bir anca içiyorumdur. sosyal içici diye buna diyorlar sanırım, bazen öyle bir modda oluyorsun ki canın çok istiyor, ama o istek orada kalıyor.

keyif verici maddelere karşı değilim açıkçası, bağımlı olunmadığı sürece tabii. bunun sebebi insanların deneyimlemelere açık olmasını savunduğumdan da olabilir, aslında bazı şeylerin kültürel farktan kaynaklandığını ve bir kültürün aşağıladını diğer bir kültürün yüceltebileceğini bildiğimden de. marijuana lafı geçince ortalığı ayağa kaldırabilecek adamlar maraş otu içer mesela türkiye'de. ot içilen ortamlar gayet doğal öğrenci ortamları burada ama hiç denemedim. biraz korku da var işin içinde esasen, alerjik bünyemin ne tepki göstereceğini bilmiyorum.

neyse, aslında ben bunların hepsini şunun için söyledim. ben bile arada sırada içsem de, düzenli sigara içen insanlar çok irite ediyor beni. onlardaki o bağımlılığı görmek, 'istersem bırakırım ama bırakmıyorum' şeklinde ertelemelerini dinlemek, sürekli sigara kokan ellerine, saçlarına, kıyafetlerine tanıklık etmek... ileride illa ki sağlık problemlerine yol açacağını bile bile içmeye devam etmelerini izlemek. benim için bir erkekle evlenip evlenmemeye karar vermeyi bile etkileyen bir şey sigara tiryakiliği. kendine karşı sorumluluğunu değil çocuklarına karşı sorumluluğunu düşünüyor insan bir noktadan sonra.

yine de birbirlerinin nefesinden sigara dumanı çeken iki insanın görüntüsü kadar kışkırtıcı bir imge yok şu hayatta.

ah bilinçaltı, sen nelere kadirsin.


---


12 Eylül 2010 Pazar

bir 12 eylül daha

benim bu referandumdan anladığım şey türkiye'nin pekala da kutuplaştığı. sonuçlardan sonra bile birbirlerine 'gerizekalı' vs 'ezik' diye bok atmaktan kaçınmayan bir kitlenin olduğu. demokrasi anlayışımızın 'herkese demokrasi' değil de 'sana bana demokrasi' olduğu. kendimizi elit sanıp halktan uzaklaştırdığımız, aslında pekala herkesi 'öteki'leştirdiğimiz. türkiye gerçeklerinden uzaklaştığımız, üstüne bir de marifetmiş gibi kaçmayı seçtiğimiz. vergilerin peşkeş çekilmesine ses çıkarmayıp, iş götürmeyip, aş götürmeyip sonra 'niye böyle oldu yaa' diye ağladığımız.

bundan sonrası umarım eşitlikçi ve özgür, insanı temel alan bir ülkeye doğru olur. kafamızı kumdan çıkarma zamanı gelmiş de geçiyor.

referandumun bilimsel bir analizi için:


9 Ağustos 2010 Pazartesi

die sonate vom guten menschen

almanca zor bir dil belki ama aynı zamanda fonetik ve anlamsal derinliği olan bir dil. bakmayın siz 'sevgilimle fransızca konuşurum, köpeğimle almanca' diyenlere, isteyince pek romantik bir dil de olabilir. belki almanları sevmiyor olabilirim, ama bu ülkedeki kültür zenginliğini, insanların acısıyla yoğrulan tarihini yadsıyacak değilim. son yüzyılda iki büyük savaştan geçmiş, kendi insanları arasına duvar örmüş bir ülke romantikler de çıkarıyor, hüzünlü şairler de.

bertolt brecht'i severim mesela ben, hayatıma girişi geç bir vakitte das leben der anderen'le olsa da. filmde erinnerungen an marie a. (marie a.'yı hatırlamak) şiiri geçer, bir dönüm noktasıdır insan hayatında, o sahnede çağıldayarak içinizden akar bu şiir. usulcadır, ama ağır hüzünlüdür bana göre.

an jenem tag im blauen mond september
still unter einem jungen pflaumenbaum
da hielt ich sie, die stille bleiche liebe
in meinem arm wie einen holden traum.
und über uns im schönen sommerhimmel
war eine wolke, die ich lange sah
sie war sehr weiß und ungeheuer oben
und als ich aufsah, war sie nimmer da.

brecht'in siyasi bir tarafı da var tabii, benim yeterince bilmediğim. bir de bugün bir şiir okudum rainer maria rilke'den:

lösch mir die augen aus: ich kann dich sehn,
wirf mir die ohren zu: ich kann dich hören,
und ohne füße kann ich zu dir gehn,
und ohne mund noch kann ich dich beschwören.
brich mir die arme ab, ich fasse dich
mit meinem herzen wie mit einer hand,
halt mir das herz zu, und mein hirn wird schlagen,
und wirfst du in mein hirn den brand,
so werd ich dich auf meinem blute tragen.

ki kendisi benim pek inanmadığım ve desteklemediğim 'ciğerleri parçalanırcasına aşık olmak' üzerine bir şiir yazmış, yine de etkileyici. 'kollarımı kır, yine de sana sarılırım' diyor.

das leben der anderen'den bir replikle bitirelim: bu muzigi duyan biri, yani gercekten duyan biri, kotu bir insan olabilir mi?


---

sanirim, her sey iyilesecek
alistigimiz zamanlar gecti
bir insanla
konusulabilir, dinler o
sevgi yeniden baslar
hersey eskisi gibi olur

yagmur goge geri doner mi?
yara
artik acimasa da

acir yara yeri.
---
çevirilerini vermiyorum, şiir dilinde güzel. isteyen google abiye sorsun.

5 Ağustos 2010 Perşembe

acayip kafalar


yine bir rapor buhranı- yanıbaşımda bizim sınıftan biri uyukluyor çalışma masasında. dün ben de 3 saat uyuyabileyim diye arkadaşımın evine gittim, kanepesinde uyudum, sonra laba geri geldim. artık beynimin basmadığını hissediyorum, supervisorımla yaptığımız toplantıların sonuna doğru ona boş gözlerle bakıp kafamı otomatik olarak sallar moda geçiyorum. adam benim gerizekalı olduğumu düşünmeye başladı, ama artık dünya yansa umrumda değil, o kadar.

otis redding- these arms of mine dinliyorum. blues severim

neyse bu 'high' durumlardan parti kafasına geçmek de çok vakit almıyor. labda sandalye üzerinde uyumuşluğum varsa bir bar kanepesinde de uyumuşluğum var alimallah. genelde ne zaman 'çok kalmicam ben yaee, hem zaten pek gelesim de yoktu' diye çıksam arkadaşlarla, o gece mutlaka çok eğleniyoruz, sonra 3 ay konuştuğumuz olaylar oluyor. bunlardan en sonuncusu tam da benim kanepede uyuyarak sonlandırdığım geceydi- ya da sabah mı demeliyim, çünkü ben uyurken 5 olmuştu saat. hepsi s.'in suçu, ben 'gidelim' diyorum yarım saatte bir, o bana 'erken ya daha 2 buçuk biraz sonra gideriz' deyip duruyor. meğer telefonunu yere düşürmüş -atmış aslında- saat ayarları sıfırlanmış, saat aslında 4buçuk, otobüsler bitmiş. mahzen gibi bi yerde olduğumuz için de havanın aydınlanmaya başladığını bile farkedememişiz. nasıl kafalardaysak artık, o çocuğun birine yazıyor 'boşver eğleniyoruz yaee' diye; ben de isyan bayrağını çektim, gittim kanepenin birine kıvrıldım yattım. arada birileri gelip dürtüyor 'pışt uyuyo musun?' diye, tek gözümü açıp geri uyumaya devam ediyorum. allahtan arkadaşların partisiydi de dışarı atılacağımız bi durum yoktu. saat beş civarı durum: kızlardan birinin bilgisayarına bira dökülmüş, çalışmıyor, hepimiz ayrı bir kanepede sızmışız üzerimizde elbiselerle. 7'de ilk otobüs varmış, artık ona yetişip -tabii otobüste de uyuyup- eve gittim ancak. ha evde de 4 kişiyiz bu arada, evinden çıkan bi arkadaş benim odamda kalıyordu o zaman, 12 m2lik odada 2 yatak açınca adım atacak yer bile olmuyordu. zar zor, kızın üstüne basmadan kıyafetlerimi çıkarıp ancak attım kendimi yatağa. sonra 2ye kadar uyu.

bir hafta sonra tatilim başlıyor, 25 gün boyunca uyumayı düşünüyorum, ancak keser.

27 Temmuz 2010 Salı

never there


geçtiğimiz ay içinde iki intihar vakası oldu burada. kimimiz şaşırdı bir anda üstüste haberlerin gelmesine, kimimize göre 'beklenen' bir şeydi. intihar edenlerden biri malesef öldü, diğeri psikolojik destek alıyor sanırım.

bilim hayatının insanı yalnızlaştırdığı bir gerçek. tüm zamanını labda harcayınca başka bir şeye ayıracak zamanı kalmıyor insanın. ne kendine ne de başkasına. e çalıştığı yerde de mutlu değilse tutunacak dalı kalmıyor. şimdi burada 'zayıf kişilik vs' argümanıyla geleni kızılcık sopasıyla döverim söyleyeyim. akademi iş dünyası gibi değil, bel altından vurmaya çok daha müsait. hocaların bir çoğu kendilerini tanrı sandıkları için yaptığınız işi eleştirmek yerine sizi aşağılamayı uygun görüyorlar. bütün hayatını, bilgi birikimini yaptığı şeye yönlendirmiş birine o yaptığı şeyin kötü olduğunu, dahası kendisinin de 'gerizekalı' olduğunu söylediğinizde tüm dünyası yıkılıyor. bunun bu kadar hardcore olmasına bile gerek yok, masterda bile sabah 8-10 ders, 10-21 lab, en fazla yarım saat yemek molası, lab raporları, sınavlar, sunumlar derken insan kendini kaybediyor. hele ipin ucu kaçarsa bir bakmışsın sonsuz bir boşluktasın. sonra geceleri uyumayıp rapor yetiştir kolaysa. gündüz ölü gibi gez, sunumları tek gözün kapalı dinle. yanında sana destek olacak birisi de yoksa depresyonlardan depresyon beğen.

o intihar eden kızı çok iyi anlıyorum. ilerisi daha iyi olur diye zombi gibi yaşamaktan yoruluyor insan bazen, ilerisi daha iyi olmayacaksa neden yaşayasın? sağlık değil, şu dünyada en önemli şey akıl sağlığı ve mutluluk. bencil olup akıl sağlığını korumaya yönelik hareket etmek lazım.

kendime yeni bir hayat kurmaya karar verdim burada, artık benden çok uzakta kalmış şeyleri özlemekten yoruldum. beni aramayan insanları, anlamayan insanları, beni olduğum gibi kabullenemeyen, yargılayan insanları geride bırakıyorum. ileride sitem edecek olanlara da bu günleri hatırlatıp 'neredeydin?' diye sormayı bir borç bilirim. günaydın, dönmüyorum ben.


1 Temmuz 2010 Perşembe

gone with the sin


almanya'daki ilk günümü hatırlıyorum. bol aktarmalı uzun bir yolculuktan sonra öğlen hostele yerleşmiş, yorgunluktan kafayı koyduğum gibi uyumuştum. bir 17 haziran pazarıydı. uyandığımda saatime baktım, 10:30 civarıydı; korktum, laba 9 da gidecektim güya. hava aydınlıktı, açık pencereden insanların sesleri doluyordu odaya; sonra fark ettim ki henüz pazar akşamıydı. böyle anlamıştım almanya'da güneşin yazları geç battığını- şans eseri hava yağmurlu değilse tabii. bugün fark ettim ki günler çoktan uzamış da kısalmaya başlamış bile- bahar uğramadı ya buraya, yazın bile bir ayı geçmiş, temmuz olmuş. hangi ara 2010 olmuş, hangi ara temmuz gelmiş derseniz, bilemem. dedim ya bahar gelmedi buraya, ekimden beri kış- belki sonbahar arada, 4 gündür de yaz. uzun kış içime çöreklenmiş, bilememişim, bugün bir uykudan uyanır gibi keşfettim. ben 12 m2lik odamdan çıkmazken aylar geçmiş. kendimi gittikçe daha koyu bir depresyona iterken bahar bir türlü gelmemiş. insanoğlunun üzüntüsünü bastırmak için yaptıkları ne çeşitli değil mi, içkiden kumara, romantik komediden dansa bir yelpazesi var. kendini çalışmaya vermek var mesela, dün yaptığım gibi gecenin 2sinde transfection yapmak için laba gitmek. ya da neşeli rolü yapmak var, insan ne de olsa bir süre sonra kendini de inandırıyor.

yazının akışında kayboldunuz sanmayın, benim düşüncelerim onlar, oradan oraya zıplıyorlar. ne diyodum, ha başlangıçlar ve sonlar. güçlenerek çıkıldığı sanılan sonlar. insan zamanla anlıyor, hiç bir şeye eskisi gibi üzülmediğini- üzülemeyeceğini. bu güçlenildiğinin göstergesi mi bilemiyorum, belki de kendimize bir noktadan sonra gizliden gizliye bir kaçış yolu belirlediğimizin, yavaş yavaş kalbimizi taşlaştırdığımızın göstergesi. artık eskisi gibi masum ve incinir olmadığımızın. bikaç sene önceki ben 'denizde daha çok balık var' diye düşünemezdi mesela, biliyorum. bir yandan acı çekerken bir yandan da mutlu olmazdı, ya da heyecanlanamazdı. ilk defa bir almanya akşamına uyanan kızdan çok uzaktayım, köklerinden kurtulmuş bir ağacım belki de. biraz taşlaşmışım, içim kurumuş belki , ama önüme bakıyorum. alt benliğimin benden habersiz yaptığı planlar varmış, onları uyguluyorum. ve onun bende sevdiği her şeyden adım adım uzaklaşıyorum.

---

23 Haziran 2010 Çarşamba

fighting dark forces in the clear moon light



geceleri çok rahat uyuyabilen bir insan değilim. özellikle yattığım yere göre değişse de üç aşağı beş yukarı durum bu. başını yastığa koyduğu anda uykuya dalabilen insanları da hep kıskanmışımdır, kardeşim mesela, eskiden aynı odada yatarken konuşmanın ilk beş dakikasından sonra bakardım ki uyumuş. böyle zamanlarda o kişiyi sarsıp uyandırmak, ben uyumadan uyutmamak gibi psikopatça hisler de uyanmıyor değil içimde :) son zamanlardaysa tek başıma uyumakta güçlük çekiyorum. ya çok yorgun olmam lazım uyuyabilmem için, ya da illa bir ses olması lazım. evde tv karşısında mışıl mışıl uyurum, buradaysa açıyorum diziport'tan bi diziyi, bilgisayarı yatağımda yan çevirip onu izlerken uyuyorum. kaç kere sabah kalktığımda aynı pozisyonda buldum bilgisayarı, kaç kere yere düştü... evde ses olması meselesi de ayrı, tek başına 12 m2 bi odada yaşayınca bi süre sonra kafayı yemeye başlıyosun, kafandanki sesleri bastırabilmek için de başka bir ses lazım. bu günün 8 saati dizi izlemek gibi bir kısır döngüye giriyor sonra. bu sayede bitirmediğim 20 dakikalık kısa romantik/komedi dizisi yok. ha eğlenceli olması önemli bir nokta, bünye aşk-ı memnu'dan başka dram kaldırmıyor artık.

ne diyodum, uyku. huzurlu uyuyamamak yeterince eziyetken bir de bunun sürekli başınıza kakılışı var. aslında ortalama olarak ancak 5-6 saat uyuyorum günlük, bazen daha az bazen daha fazla. bu aralar 4-9.30 arası mesela. ama sürekli 'çok uyuyosun bıdıbıdı' diye konuşanlardan daha az olduğu kesin. sabahları erken kalkamamam sanırsın dünyanın en büyük problemi! hatta dayım senelerce benle 'gece gözü açık gündüz gözü kapalı' diye dalga bile geçti. ama işte illa onlar gibi olmak lazım, yoksa bir kere değil beş kere değil, senelerce eziyet çektirmeye devam ediyorlar. anlayamadığım nokta da bu; işimi aksatmıyorum, okulumu bitirdim, masterımı yapıyorum, şimdiye kadar ne uçak ne otobüs kaçırmışlığım var uyuyakalıp, kendimce çoğu insandan daha iyi bi noktadayım hayatımda, e bre zındıklar neden susmuyorsunuz? hakkaten hala bu konu hakkında konuşan insanlar sırf konuşmuş olmak için konuşuyorlar gibime geliyor, bi kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkmasını geçtim, bi yerden sonra kendilerini düşürüyorlar gözümde. senelerdir vazgeçmeden eleştiren insan ya eleştirmeye yargılamaya çok meraklıdır, ya başka işi gücü yoktur. üzgünüm ama bi yerden sonra 'sen kendi haline bi bak' diyorum içimden. sanırım insanların seni olduğun gibi kabul etmesi ve saygı göstermesi çok zor, özellikle benim ailemde, böyle küçük şeylerde bile kendini belli ediyor. bir de gay falan olsaydım nolurdu mazallah?

ha bir de, genelde bölük pörçük ve bol rüyalı uyurum; uzun rüya gördüğünü söyleyenlerin ağızları benimkileri duyunca açık kalıyor, bi ara yazarım bikaçını. rüyamda kaç kere uyuyakalıp sınavı kaçırdım bi bilseniz, sanırım tek endişem bu :)

---

21 Haziran 2010 Pazartesi

how come there are no pretty girls, handsome boys in portugal :)


kokuların ve müziğin hafızası varsa, mekanların da var. daha önce buradaydım, hatırlıyorum. koşuşturmaca içinde hafızamdan silmişim ama buradaydım, evet. bu sefer portekiz'e gitmek için.
yine bol otobüs-uçak-servis aktarmalı bir yolculuk, yeni bir macera. batıya doğru giderken beni en çok büyüleyen şey ışığa doğru uçmak. arkada hava yavaş yavaş kararırken önünüzün bol güneşli olması. sonra yine ışıl ışıl bir şehre konmak. okyanus kıyısına gelmişiz bu sefer, uçak alçalırken altta sadece denizi görünce, 'acaba bir ada üzerinde mi pist' diye düşünüyorum. serin-sıcak, bol rüzgarlı ve dilini hiç bilmediğim bir ülkedeyim. almanya'dan en az 10 derece sıcak olur demişlerdi bana, belli ki gelirken yağmuru da getirmişim, ertesi sabah sağanak yağmura uyanıp, lizbon'a gitme planlarımızı erteliyoruz. onun yerine yağmur durunca faro'yu gezmeye çıkıyoruz. mersin'e benziyor faro, sıvası yer yer dökülmüş beyaz boyalı evleriyle akdeniz şehri olduğunu belli ediyor. huzurlu da belli ki. boylu boyunca okyanusa kıyısı var ama o kıyı, tren raylarıyla döşenmiş. belki de okyanusun öfkesi farklıdır denizinkinden, içerilere kaçmış evler. sahil şeridi olmasa da benziyor işte, kanım ısınıyor hemen.


hava sıcak dediler ya bana, yazlık elbiselerimi topladım koydum.ertesi gün lizbon'a giderken üstümde bi eşofman bi hırka vardı. gittik lizbon'a, şakır şakır yağmur yine, soğuk da cabası. üzerimizdekilerle dayanamayız diye attık kendimizi alışveriş merkezine, uzun kollu bişeyler aldık. saat 2 olmuş bu arada, saatlerdir tren yolculuğu yapmışız, ama benim kuzenimle arkadaşı, akılları pek basmadığından ne hostel ayarlamışlar, ne de ne neredir bilgileri var. kendi kendime kızdım bütün gün, ne demeye güvenip geldiysem diye. neyse bi yerlerden harita aldık, taksi tutup şehir merkezine gittik. (lizbon'a giden olursa merkez istasyonun olduğu yer oriente, şehir merkezine metro var) bunların akıllarına göre merkeze yakın bi yerde hostel bulabiliriz, ama tabii ki yok öyle bişey, amaçsızca dolanıyoruz. karşıdan gelen 2 turist görünce dayanamayıp atladım ben, nerede kaldıklarını sordum. alman çıktılar gençler, hayatımda alman gördüğüme ilk defa sevindim. neyse hostel bulamazsak bunların dediğine gidelim diye haritayı açmış yolun kenarında dururken bi amca geldi, 'yardıma ihtiyacınız var mı?' diye. türkiye'de efes'e ve kapadokya'ya gitmiş, çok sevmiş. bu amca bizi metroya kadar götürdü, hostele gitmek için hangi durakta ineceğimizi söyledi, bizim için 2 günlük metro kartlarından aldı, valla duamızı da aldı. neyse, intendente durağındaki next hostele gittik, not alınsın. lizbon'un 4 metro hattı var, renk kodlarıyla ayrılmış, gayet başarılıydı. kalan günlerde o hattan bu hatta aktarma yapıp her yeri karış karış gezdik. ha ben lizbon'u okyanus kıyısında sanıyordum, ancak geniiş bir nehrin kenarındaymış. istanbul'a benzetiyorlar lizbon'u, karmaşası, merkez dışındaki kenar mahalle olgusu aynı ama istanbul kesinlikle daha güzel. gezerken, öğrencilik işte, bütün gün önceden yaptığımız sandviçler ve zor durumlarda mc donalds ile beslendik. öyle ki bi daha sandviç görürsem kusabilirim. ikinci günümüz de günde 12 saat yürüyerek, gün sonunda ayaklarımızın ağrısından ve tuvalet ihtiyacından ölerek geçti. oceanario'ya gittik, teleferiğe bindik, belem kalesine, şehir merkezine vs hepsine gittik:) hostel desen, işte ancak yatıp uyursun.





ertesi gün başka bir tren yolculuğuyla sintra'ya gittik. kesinlikle gidilmesi gerekilen bi yer, yeşil, tarihle dolu, güzel. endülüs'ten kalan bir kalesi ve surları var, sembolize yeşil üzeri arapça yazılı bir bayrak bile dikmişler surlara. ve tabii ki soğuk ve rüzgarlı. dünyanın tepesinde hissederken kendinizi, bir yandan aşağıya düşmemeye çalıştığınızı düşünün, öyle rüzgarlı. dönüş trenine zamanımız var deyip şehre bir patikadan ulaşmaya çalışıyoruz, elde yine harita. kuzenim durmadan fotoğraf çekiyor, biz onu kaybetmeden gitme telaşındayız. ona seslenirken bir çift türk kafayı çeviriyor, şaşırmışlar belli ki küçük bir kasabada sırtlarında çanta ellerinde haritayla gezen kızlara. ben de onlara şaşırıyorum açıkçası, emekli olunca gezildiğine inanmayın, o kale emekli olunca çıkılabilecek bir yer değil kesinlikle.




faro'ya dönüş yolu lizbon aktarmalı 6 saat yaklaşık. ertesi günse dönüş uçağım var. ben dönerken hava açık, gökyüzü pırıl pırıl, havalar ısınacakmış tekrar. frankfurt gene yağmurlu...

uçaklarda, trenlerde uyunan, deliler gibi yürüdüğüm bir yolculuğun daha sonu. ben yine doyamıyorum, nasıl olsa günlük koşuşturmacaların içine girip tatili unutmanın süresi en fazla 3 gün. yine de dönüp dolaşıp eve gelmenin tadı bir başka.

8 Haziran 2010 Salı

introduction to being a dumbass 101


feysbukta insan ister istemez eski sevgilisine/ eskiden hoşlandığı insana/ eskiden ona yazana vs rastlıyor. şimdi burada şunla şu olduydu diye seceremi dökecek değilim, onu bekleyenler çıkış yanda. gerçi baktın bi gün canım sıkıldı dökebilirim de, herkesi eğlendirecek kadar kazık yedim nasıl olsa.

neyse efendim, aklıma gelen şu. erkekler genelde karşılarındakine ilgilerini onunla dalga geçerek, hafiften kızdırarak gösteriyorlar. ya da gösterdiklerini sanıyorlar ki ilkokuldaki 'saç çekme' olayından bir farkı yok bunun. bu dalga geçme olayı bende hiç işe yaramaz, hatta uyuz olurum o adama. bre zındık sen benim egoma dokunmaya nasıl cesaret edersin! (kehkeh) nasıl bir mantıktır karşıdakini aşağılarsan onun senden hoşlanacağı sanrısı? belli ki iletişim kurmayı beceremeyip böyle yollara başvuruyorlar. başka bir taktik de randevu verip verip ertelemek, kaçan kovalanır hesabı. hıı tabi biz de salağız, yedik. bir kaçarsın iki kaçarsın üçüncüde yolu gösterirler paşam. sonra duygusal sorunları varmış da sende derman buluyormuş ayakları. 'çok anlayışlısın, kimse senin gibi davranmamıştı bana.' (ki bu yedekte bekleten kız lafı da olabilir aynı zamanda) 'ben anlaşılmazım, bunalımlıyım' adamcıkları. bunların hepsini ayrı ayrı fotoğraflandırabilirim zihnimde.

yazıcam diye haddini bilmeyen, dalga geçen, niyetini çok belli eden, ofensif davranan adamlar duygusal stres yaratıyor bende. bildiğin kötü hissediyorum kendimi ya, istersem bir gecedir istersem on senedir tanıyor olayım. o adamı yıllar sonra 'dalga geçmişti bu benle' diye hatırlıyorum, 'amma peşimden koşmuştu ha' diye değil. ne oluyo sonra, tekmeyi basmış bulunuyoruz. dediğim gibi, çıkış yanda beyler.
---

yurtdışında yaşamak


11.12.2009da yazmışım, burada da dursun

birbirinden bağımsız iki kişilik, birbirinden bağımsız iki hayat yaşar hale gelir insan bi yerden sonra. anılarınız, bahsetmeye kalkınca 'aş bunları yaa' diye nitelendirilir, ya da nasıl olsa anlamazlar diye konuşamazsınız. parçalanır teğellemeye çalışır tutturamazsınız. geride bıraktıklarınızı yaşadığınız hayata bir türlü entegre edemezsiniz. bazen hayal gibi gelir arkanızda bıraktığınız şeyler, telefonda birer sese indirgenir. ananeniz hastalandığında da yanında olamazsınız, en yakın arkadaşınız nişanlandığında da. hayat, geçici olduğu bilinen insanlarla paylaşılan bir şeydir artık, ne de olsa geçmişinizde dostum dediğiniz insanların geçtiğini görmüşsünüzdür. giden siz olunca unutanın da siz olacağınız varsayılır, oysa ki unutulan, ve hatta türkiye'ye dönüşlerde yüzüne bile bakılmayan olursunuz. sözler verilir ama siz gidince insanlar da sizden gider.

biraz dengesiz yaşamaktır, bunlar akla gelince ağlamak, sonra arkadaşlarla dışarı çıkıp hepsini unutmak.

---
geride bir şey bırakmayan bir insan, geri dönmek de istemez böylece.

27 Mayıs 2010 Perşembe

yastığın soğuk yüzü


hayattan kaçıyoruz hepimiz. televizyon karşısında, kitap kapağı arkasında, bilgisayar başında hayattan kaçıyoruz. pazartesiyi salıdan ayıran bir şey kalmamışken, sabah küfrederek yataktan kalkarken, hayat boğazımızda bir düğüm olmuşken kalan zamanı da kendimizden kaçarak harcıyoruz. yalnız evlerde ses olsun diye açılan televizyonlarla beynimizdeki sesi bastırıyoruz biraz olsun. yapmamız gereken işten kaçarken, sırf zaman boşa aksın diye anlamsızca bilgisayar ekranına bakıyoruz. akıp geçiyor da, sahi geçen hafta, ondan önceki hafta, ondan bir önceki hafta ne zaman bitmişti? bazen dizilerde, bazen uykularda mutlu oluyoruz. öngörülür bir gelecekte elle tutulur bir mutluluğumuz olmayacak çünkü. hiç bir şey yapmadan harcadığımız her anla daha da nefret eder oluyoruz kendimizden ama bu kısırdöngüden kurtulacak takatimiz de yok. kanepeden yatağa, yataktan kanepeye. yarının daha güzel olmayacağı gerçeği ölü toprağı gibi üzerimizde. böyle gidecek ve böyle bitecek işte, artık kendimizi kandıramıyoruz.

sizi bilmem ama ben kalan ömrümü uyuyarak geçirebilirim.

---
gökhan türkmen - biraz ayrılık

23 Mayıs 2010 Pazar

the catcher in the rye


yağmurlu olmayan günlerde - ki şu sıralar pek az - zamanımı böyle geçiriyorum. bisikletim, yere serdiğim bez, kitabım ve sırt çantam, pek mesuduz.

--
the cure- friday i'm in love

6 Mayıs 2010 Perşembe

foreign student's guide to lunch&dinner

hiç bir şey bunun çok güzel olduğu gerçeğini değiştirmez tabi :))
yemek alışkanlıklarım çok değişti burada. ha hiç bir zaman düzenli yemek yiyen biri olamadım malesef, ama evde anne zoruyla/ yurtta sıcak yemek çıktığından az çok bir düzen tutturmuştum. her şey benim elime bakınca kaos kaçınılmaz, zaten yemek de çoğu zaman 'mecburiyet'. misal günlerdir yemek adına mideme çubuk kraker, bagel, kruvasan girdi en çok. et zaten yemiyorum, kırmızı et çok çekerse canım istikamet mc donald's, tanesi 1 eurodan 2-3 cheeseburger. yiyecek kısıtlı olunca bıkkınlık da kaçınılmaz oluyor. haftada 3-4 gün balık yiyorum çoğu zaman, sonra bir an geliyor balığın (ya da tavuğun) düşüncesi bile midemi bulandırmaya yetiyor. zaten o balık-tavuk da çoğu zaman donmuş gıda oluyor. o zaman sadece sebze yediğim bir dönem başlıyor, ya da akşam yemeklerini kavunla-muzla/yoğurtla geçiştiriyorum. bir de her zamanki alışkanlığım 'potato chips as dinner' var, geçen dönem sınav zamanını sadece haribo altın ayıcıklar ve cips yiyerek geçirmeye kalkmıştım ancak 2. gün mide yanması ve cipsin bitmesi sebebiyle projemi ertelemek zorunda kaldım.

halbuki isteyince güzel yemek yapan bir insanım, ama tek başına yemek için yemek yapmak zor iş. başka biri için yemek yapma sabrım da en fazla 4 gün, 5. gün isyan çıkar o evde! bir de üstüne 'biochemistry of nutrition' dersi almış bir moleküler biyolog olduğumu düşünün, pehh pek bi işe yaramamış o ders. yine de ne kaç kalori diye sorarsanız cevaplarım :) işe yarar yaptığım tek şey çok su içip günlük vitaminlerimi almak sanırım. (bunun yanında doktor kontrollerimi geciktirmeyen obsesif bi insanım, bu yaşta ekg bile çekildim)

neyse, kimseyi ilgilendirmiyor ama en çok yediğim şeyler:
kısır
erişte/ spaetzle / makarna
italiano soslu somon
fish sticks
kalamar (her gün olsun her gün yerim)
yoğurtlu semizotu
zeytinyağlı fasulye
ekşili kabak yemeği
haşlanmış brokoli
haşlanmış karnabahar
tavuk sote
kremalı mantarlı tavuk
soslu hazır tavuk
chicken nuggets
poşette tavuk
milföy böreği (62den tavşan)
fırında patates
meksika fasülyesinden barbunya yapmış gibi davranmaca
bilimum sandwich/salata/meyve türevi

e şuncacık şeyi döndür dolaştır sen de ben de bıkarız, haksız mıyım yani?
---

iş bu entarinin tek yazılış amacı rapor yazmaya başlamayı geciktirmektir. gidim yemek yapim bari.

retrö rerörö: kiss- i was made for loving you

4 Mayıs 2010 Salı

gel bari hayali yakın gel sokul


bahar geldi, odtü'de şenlik zamanı geldi, ben yine kendimi yeni türkü şarkılarına vurdum. iki gündür kesintisiz dinlerken, her biri bir değil bin anı canlandırıyor bende. içimi şenlikte olma arzusuyla dolduruyor; tıklım tıklım statta tek yürek, bir ağızdan şarkılar söylemekle. derya köroğlu'nun inatla konseri bitirmemesi, aşktan, hüzünden, mutluluktan sarhoş olmak. sonra çocukluğum geliyor aklıma, her dem yeni albümü zamanı. biz büyüyünce kirlenecek miydi dünya? aşık olduğum zamanlar, olmasa mektubun fonda. sonra herkesten uzak, kalp ağrısıyla yapayalnız geçirdiğim bir yaz, ne zaman dinlesem ağladığım bahar şarkısı. dolunaylı nehir kenarı gecelerinin soundtracki. geçen sene, ilk defa şenlik zamanı odtü'den uzakta, dönmek dinleyip gizli gizli ağladığım zamanlar. dönmek mümkün mü diye kendime sorup durmalarım. açelyanın aklıma hep ölümü getirmesi... birinin resmini çok sevebilme ihtimali.

bu senenin takıntısı bir çapkın dilenci, ondan hep aklımın kaçıp kaçıp gitme isteği.

dört bir yana esip giden
rüzgarlardan biri,
bir gece koynuna aldı beni

geniş kanatlarında açıldım denizlere,
yıllanmış ne günler bulup çıkardım derinde
bir yosun,
bir şarkı,
bir eski kayıkhane,
doğduğum şehri buldum
gittiğim her yerde

---
http://merrydrops.fizy.com/

1 Mayıs 2010 Cumartesi

goodbye and i choke



yüzlerce kişinin olduğu amfi tiyatroda, dolunay bulutların arkasından çıkıyordu yavaş yavaş. içimden geçenler yüzüme yansıyordu ara sıra, yine de aya bakıp 'so romantic' dedim. öyleydi de, insana kendini kötü hissettirecek kadar güzeldi gece. tepeye çıkışımız bir saatten fazla sürmüş, arada yağmur çiselese de durmamıştık. yağmurdan değil ama terden sırılsıklamdı tişörtüm, yaldır yaldır rüzgar eserken emindim, kesin zatürre olacaktım. geceyi amatör havai fişeklerle, ateş jonglörleriyle, ve olay çıksın da biz de bir sene boyunca bunun dedikodusunu yapalım diye milleti sarhoş etme çabalarıyla geçirmiştik. geyik konuşmaların arkasındaki kaçamak bakışların farkındaydım, yine de bir şey yokmuş gibi bakıp gülümsemeye devam ettim. hava iyice soğuyunca, arkamızda portekizlileri ve dolunayı bırakıp dönmeye karar verdik. ağaçlardan sıyrılıp sokaklara ulaştığımızda, uzun süredir almanları çekiştiriyorduk. 'buraya geldiğimden beri depresyondayım' dedi, 'nasıl oluyor bilmiyorum, sebebini ya da nasıl geçeceğini bilmiyorum ama bir şey var işte'. 'anlıyorum' dedim, anlıyordum da, bir an çok mutluyken öbür an nasıl bu kadar üzgün olabildiğimin, nasıl kendimi iki ayrı hayatı yaşar gibi hissettiğimin sebebini ben de bilmiyordum. gece boyunca aklımdan geçenler korkutmuştu beni, bunları düşünebilecek duruma geldim mi yoksa geçici bir şey miydi, bilemedim. iki ayrı hayatımın birbirine karşı sorumlulukları var mıydı? o sorumlulukları umursamamaya hiç bu kadar yakın olmamıştım belki de. o anlatırken, neşesinin altına gizlediği hüznü üzmüştü beni. bir an aynıymışız gibi hissettim, o da uzakta birilerini özleyen biriydi sadece. bir buçuk saatlik yürüyüşün sonunda rahatlamıştı içim, yine de huzurlu bir uykunun kolları değildi beni karşılayan.
---
manga- cevapsız sorular
dishwalla- angels or devils
macy gray- i try
reamonn- star

18 Nisan 2010 Pazar

sinane

annanemle ben başbaşa kaldığımızda sıklıkla yaptırdığı bir şey var: 'hadi şunu arayalım, hadi bilmemne teyzeyi arayalım, hadi bilmemkim halayı arayalım hastaydı merak ediyorum'. 'annane kim o ben bilmiyorum numarasını' deyince zorla aratır buldurur bi de. numara bazen yanlış çıkar, bazen cevap vermez, nadiren açan olursa önce bir kendimi tanıtma faslından geçerim. 'ben gefo m'nin kızıyım, nasılsınız, annanem sizinle konuşmak istiyordu daaa..' yavrum alo derken sesi titrer hep, yorulur konusurken; bazen ağlar üzüldüğünde, kızarım ben de 'insanlara acılarını neden hatırlatıyorsun durup dururken!' diye. bazen de oyuncudur, evde kimse yokken misafirliğe gelmek isteyen birilerine telefonda sesini titretip 'hastayım yatıyorum' diyip yanıma 'oh be kurtulduk' diye gelmişliği vardır :)

televizyonda dekolteli birilerini gördü mü dayanamaz 'şunlara bak döşleri açık geziyolar, günah günah, puu' ya da 'utanmadan ağzından öpüyo, pis ağızdan öpülür mü böğ'. bir gün dayanamadım 'anane dedemi hiç öpmedin mi?' diye sordum. tööbe billah:) 'yok! öyle adet mi olurmuş, pis, öpülür mü ağızdan' dedi. biraz daha sıkıştırdım, ı-ıh. 'beş çocuğu nasıl yaptın o zaman?' diyemedim tabi :)

kısacası, yirim.

fotoğrafını da hiç çektirmez, eliyle yüzünü kapatır, 'niye çekiyosun benim çirkin suratımı?' der =)

6 Nisan 2010 Salı

that's the spirit!


ben aslında hayatımdaki sayfaları kapatamayan bir insanım. yok yok aslında domuz gibiyim, evet domuz. hayatında olduğum herkes beni aladağdan serin sanar, içimde fırtınalar koparken kılım bile kıpırdamaz, domuzluk dediğim bu. umrumda değilmiş gibi geçer giderim insanların üstünden, içimde kalır acısı. zaman geçer, acı da geçer belki ama unutmam, intikam da almam belki ama unutmam. zamanı vardır, gelecektir her şeyin; benim zamanım hep gelmiştir.

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada,
bu köşecikte,

öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

---
illustrasyon: nancy

24 Şubat 2010 Çarşamba

monochrome


çift psikolojisinde, birey olamama diye bir olgu var. genellikle ben 2+1, 4+1, 6+1inci insan olduğum için, çiftleri doğal ortamlarında gözlemleyebiliyorum :)

toplu bir ortamda, 'significant other'ı ile beraber olan insanlara bakın. a kişisi bir şey söyler, sevgilisi onu destekler ya da onun söylediğinden bir çıkarım yapar. tek başlarına bir konuşmayı yürütemezler. bu kişiler illa da yanyana/karşılıklı oturur. taze sevgililer ya da yeni evli çiftler masa altından, üstünden, kenarından elele tutuşur. özellikle kız kıza/erkek erkeğe değil de karşı cinsle de sevgilisinden bağımsız olarak oturup konuşabilen insana çok az rastladım. sonra akşamları illa beraber çıkılır, yemek ısmarlanacaksa önce sevgiliye danışılır...

sürekli yapışık gezen insanlar ayrılınca/ tek başlarına kalınca ellerini kollarını nereye koyacaklarını bile şaşırırlar. bir restorana girip tek başına yemek yiyemeyen, tek başına alışverişe çıkamayan insanlar gördüm. sürekli eşiyle/sevgilisiyle girdiği bir ortamda tek başına kalınca köşede eğreti duran, konuşamayan insanlar... genelde yalnız bir insan olarak garip geliyor bana bunlar, ne var tek başıma yemek yemede? ya da bir birey olarak her hangi biriyle her hangi bir konuyla ilgili görüşlerimi paylaşmada? ve hatta tanımadığım insanlarla tanışıp konuşmakta? heidelberg'in bir getirisi de bu oldu sanırım, tanımadığım insanlarla gerektiğinde muhabbet edebiliyorum kolayca.

yalnız başına güçlü duramayan insanları hep küçümsemişimdir. bilinçli yaptığım bir şey değil, saygı duyamıyorum açıkça. benlikleri yokmuş gibi geliyor, bir de dedim ya ezik duruyorlar. burdan sesleniyorum, çift olmaya alışmayın lütfen :)
---

her morning elegance

17 Şubat 2010 Çarşamba

dalgalandım da duruldum

çok kızardı bunu görse, kardeşim

5-6 yaşlarıma dair bir kaset kaydı vardı evde, şimdi nerdedir bilemem. annem, babam, ben konuşup şarkılar söylemişiz. arada emel sayın'dan yağdır mevlam su çalmış, babam türk san'at musikisinden hatırlamadığım bir eser icra etmiş, bana şarkı söyletmek için türlü şebeklikler yapmışlar... küçük kurbağa'yı söylediğimi hatırlıyorum, ana sınıfına gidiyormuşum sanırım o zaman, sınıfta öğrendiğim yemek duasını okumuşum.

annem çalıştığı için bakıcılarla, kreşle, ana okuluyla geçti çocukluğum. bir gün annem kardeşimle beni aslında alt kalt komşumuz olan bakıcıya yolladı, ama yalvarmışız o gün ona gitme diye. 'siz gidin ben de çorabımı giyip geliyorum' dedi, biz usulca gittik tabi, oturduk bekliyoruz bekliyoruz annem gelmiyor! o gün herhalde büyük bir düş kırıklığıydı benim için.

kreşte bizi öğle uykusuna yatırırlardı, nefret ederdim o yüzden. güzel bir bahçesi, salıncakları vardı, bir ara çok hastalandığım için uzun süre bahçeye çıkamamıştım diye hatırlıyorum. gözümün önünde kopuk kopuk görüntüler var; yılbaşı arefesi bize küçük renkli kutular vermişler, sonra noel baba gelmiş hediyeler dağıtmış, bütün kız çocukları bebek alırken benim yürüyüp ışıklar saçan bir robotum olmuş herkes elimden almaya çalışmıştı çığlık çığlığa. bunun üzerine ben tabi noel babaya inanmaya başladım taa ki annemler 'biz aldık o hediyeyi, sana versinler diye verdik' deyinceye kadar. bir de salopetim vardı kreşteyken, çok çişimin geldiği bir gün askılarını çıkarmayı bir türlü beceremeyip altıma yapmıştım. (neymiş küçük çocuklara giydirilmeyecekmiş böyle şeyler)

anasınıfına annemin çalıştığı okulda devam ettim, şişman sarışın bir örtmenimiz vardı, çocuksun napıcan işte her gün hamurdan hayvanlar yapar, boyama kitapları boyarsın di mi? ben onların dışında bir de sınıftaki çocukları sopayla kovalardım, sonraları bu iş annemin öğrencilerini sopayla kovalama ve mahalledeki erkek çocuklarla kavga etmeye kadar vardı.

aklıma bin türlü görüntü üşüştü birdenbire ama sebeb-i yazım sözlükteki babaların çocuklarına söyledikleri şarkılar başlığı. benim babam hep türk sanat müziği parçaları söylerdi bana, bazen beraber söylerdik. belki de ondan çok severim zeki müren'i. babamaysa, her kız çoçuğunun olduğu gibi çok aşığım :)

müzeyyen senar, meftunun oldum
muazzez abacı, silemezler gönlümden

4 Şubat 2010 Perşembe

unuttuğum masallar


kuzenimin iki ingilizce kitabı vardı ben küçükken; hansel ve gretel, ve küçük deniz kızı. ben henüz okuyamaz, yazamaz ve tabii ingilizce bilmezken, onların resimlerine bakar dururdum. öyle bol renkli resimli kitapların olmadığı zamanlardı, nasıl acayip gelirdi bana o kitaplar. ışıl ışıl, kalın kapaklı, rengarenk. önce kuzenime anlattırırdım, bi şekilde ezberleyip kendi kendime anlatırdım sonra. unuttukça tekrar kuzene.

cadı vardı mesela küçük deniz kızı'nda, nasıl üzülürdüm her seferinde denizkızının sesini aldığında. hansel ve gretel'in pasta evini düşler, dünyanın bütün şekerlemeleri benim olsun isterdim. özellikle de hiç görmediğim şu kırmızı beyaz baston şekilliler.


yıllar sonra hansel ve gretel'i bir arkadaşıma anlatmaya kalktığımda 'şimdi uydurdun di mi bunu, yeme beni' demişti, ne dediysem bir türlü inandıramamıştım.

aklıma geldi öylece, güzeldi be çocukluğum.

---

bir de kardeşimin her gece uyumadan anlattırdığı bir masal vardı, ezberlemiştim anlatmaktan, bi insan bıkmaz mı hiç aynı masalı dinlemekten!

---
küçük deniz kızı: hans christian andersen
hansel ve gretel: grimm kardeşler
andersen'den masallar toplamasını okuyun, kurşun asker, kibritçi kız, ekşi elmalar, karlar kraliçesi, parmak kız, aklıma gelmeyen nicesi...

27 Ocak 2010 Çarşamba

bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik

ilk göz ağrımdı buz pateni, bisiklet sürmekten bile daha çok zevk aldığım şeydi. bisiklet sürmek baharları çiçek kokusunu, yazları güneşi içe çekmek, rüzgarı yüzünde hissetmek demekse; buz pateni de saf tutku ve hız demekti. ve tabii estetikle adrenalin.

nerede adrenalin ve hız diye sorarsanız, tam ayağınızın altında derim. zeminin ayaklarımın altından kayıp gitmesi, hızı herhangi bir tekerlek üzerinde değil, bedenimde hissetmek, gittikçe hızlanırken vücudumu kırıp yön vermek...

hangi arada unutmuşum, hangi gündelik dertlere düşüp de vazgeçmişim bilmiyorum ama yaklaşık üç senedir buz pateni yapmıyordum. hey gidi günler, vakti zamanında cross da atardık spin de. uzun ısrarlarım sonucu sağolsun volkan buz pateni pisti buldu, gününü ayarladı, pazar sabahı bizi önce kahvaltıya misafir etti sonra da buz patenine gittik. bende bir sevinç bir içi içine sığamama! önce titrek bacaklarımı açmam gerekti tabi, o kalabalıkta zor olsa da yavaş yavaş hızlandım. ortalık 4-5 yaşlarında velet kaynıyordu, onlar kızaklı penguenlere tutunmuş kaymaya çalışıyorlarken sağımı solumu önümü ve arkamı sürekli kollamam gerekiyordu. seansın bitmesine az kala 'yaa 5 dakika daha' diyen çocuklar gibiydim, yorulsam da pissten çıkmak istemedim. düşündükçe hala içim mutlulukla doluyor, ne çok özlemişim!


biz pazar günü her şey dahil 8 €'ya mutluluk satın aldık. bundan sonra 2-3 haftada bir gidicem, kendime söz verdim. hazır evgeni plushenko da buz patenine dönmüşken, ben neden dönmeyeyim :)

favori buz dansçılarım marina anissina- gwendal peizerat

23 Ocak 2010 Cumartesi

öğğğhh


üstteki fotoğrafta açıkça görüldüğü üzere, kadın boynunda ölü bir tilki taşıyor, kafası ve ayaklarıyla birlikte! kürk böyle gözümüze gözümüze sokulduğu zaman tiksiniyoruz ondan, ancak kimilerimiz için montlarda yaka ya da kol detayı olarak kullanılabilir bir şey kürk. etol kürk mesela, çoğu kadın için arzu nesnesi olabilir. insan kanı bulaşan pırlantalarda olduğu gibi, kürk meselesinde de refah düzeyini göstermek, herkesin sahip olamadığı bir şeye sahip olmak, kendisini pahalı bir nesneyle özdeşleştirip ego tatmin etmek amaç. söylemeye gerek var mı bilmiyorum, ceset taşıyorsunuz üzerinizde!

mesela ugg botlarla ilgili şöyle bişey okumuştum, tüylerimi diken diken etti:

imal edilirken o koyunların kuzuların neler çektiğini bilip de hala giymeye devam edenlere yazıklar olsun. deriye zarar gelmesin diye kuzuyu (o küçücük, körpecik, dünyalar tatlısı kuzuyu) götünden ve gözlerinden matkapla delerek öldürüyorlar, çünkü diğer türlü derisine zarar geliyor. ama öldürmeden önce yününü almaları gerekiyor, çünkü öldükten sonra yün mundar olduğundan ayakkabı sektöründe kullanılamıyor, en fazla terlik oluyor. yünlerini de kırpmıyorlar, cımbızla tek tek alıyorlar, o kadar yün, düşünün! onun için pahallı zaten.

insan kendini günlük koşuşturmacaya kaptırıp bilinçlenmeyi ve bilinçlendirmeyi unutuyor, ancak benim insana atfedebildiğim bir özellik varsa o da sorumluluk sahibi olmaktır. zenginlerin fakirlere, aydınların cahillere karşı bir sorumluluğu var işte.
sorumluluk sahibi organizasyonlardan biri:
international fund for animal welfare

ha ben mesela hayvan haklarını insan haklarından üstün tutmam açıkça, laboratuarda deney hayvanı kullanan güruhtanım, ancak keyfi olarak zarar vermek ve eziyet çektirmek işin bambaşka bir boyutu.
laboratuar hayvanlarına nasıl muamele edilmesi gerektiğini de ileride konuşuruz.

18 Ocak 2010 Pazartesi

the boy paradox


hayatımın erkeği diye bir bilog var, pek letafetli, pek eğlenceli. erkeklere harcadığı vakti ilme yatırsa mutfak aletleriyle atomu parçalayacağını iddia ediyor; ey okur her kadın için geçerli değil mi bu?

sözlükte de hali hazırda üstünde epeyce kafa yorulmuş bi konu var: hatunların efendi adam yerine piç tercihi. ben de bilime harcayacağım vaktin bir kısmını bu konu üzerinde değerlendireceğim:)
*yazar burada piç kelimesini 'çapkın, ortam çoçuğu ve güvenilmez' anlamında kullanıyor, iş bu yazıda da öyle kullanılacaktır. (mersin'de çok kullanırdık piç lafını ama ankara'da kullanan görmedim)
bir kere terminolojide hata var. kadınlar piç adamları değil, piç adamların o kadar insandan sonra durulup sadece kendilerini sevebilme ihtimalini severler. hepimiz behlül'ünü bekleyen nihal gibiyiz aslında. o yakışıklı, şeytan tüyüne sahip adamın bizi seçebileceğine inanmak istiyoruz. bir diğer mevzu da, behlül dururken beşir'e kim bakar tabii. düz adamı kim ne yapsın, heyecan istiyoruz!

piç adam, olur da bir ilişki içerisinde bulursa kendini, izleyeceği iki yol var, ikisinin sonu da terkedilmeye çıkıyor.

eğer erkek, 'artık ciddi bir ilişkim var, elimi ayağımı çekiyorum bu piyasadan' derse, zamanla dışarı çıkmayan, gittikçe kilo alan, sürekli mızmızlanan bir 'ev erkeğine' dönüşüyor, sıkıcı oluyor, içimizi bayıyor biz de kendisini sepetliyoruz. neden dışarı çıkmıyor? çünkü fark ediyor ki ortamlara akıp hatun kaldırmaktan başka uğraşı, öyle ortamlarda beraber takıldığı piç arkadaşlarından başka arkadaşı yokmuş.

diğer bir seçenekse onbeşbin kızla beraber olmaya devam edip; ev yemeği, huzur, saygınlık ve çocuk ihtiyacını göz önündeki ilişkisiyle karşılamaktır. ee her behlül'ün bir de bihter'i var. benim böyle her yola gelir bir arkadaşım var, sevgilisini aldattığı kızın evinde başka bir kıza mesaj çektiği rivayet edilir :) bu yola başkoyan erkek, durumunun aslında ortada olduğunu, yalnız kızın bir umut 'belki yola gelir' diye beklediğini bilmeli, netekim yola gelmezse ilişkinin süresi sabrın sonuyla doğru orantılı.

aslında belli bir durgunluk seviyesine gelene kadar piç adamla olan ilişkinin süresi efendi adamla olan ilişkinin süresiyle aynı. ikisi de bir süre sonra sıkıcı, 'ama sen beni sevmiyosooon' hallere dönüşüyor. geriye aynı soru kalıyor: 'peki kim lan bu hayatımın erkeği?'

---

efendi adam yerine piç tercih eden hatunlar için gelsin:
Alexander Skarsgård aka Eric Northman


bi de içimden geldi: bad things

17 Ocak 2010 Pazar

hey lyla!


kadınların bende kontenjanı var. aşk acısı çeken, hüzünlenen, iki kadeh atıp keyiflenen, sarhoş olup oradan oraya zıplayan, sevdiği yanında olunca gözleri parlayan kadınlar.
erkekler öyle değil mesela. hadi gönlüm acı çeken hiç bir insana dayanamaz ama, erkekler potansiyel 'domuz' kategorisinde benim için. pişmanlık içerisinde acı mı çekiyor? çeksin domuz!
halbuki kadınlar, hem birbirlerinin gözünü oyarlar, hem de hiç beklemediğin anda derdine ortak olurlar. kadın olduğumdan belki, ortak bir dilimiz var işte. erkeklerin de vardır, ben bilmem.
bildiğim şudur; gözünde ışıltı olan kadını alır, kalbimin bir köşesine koyarım.
gerçi gözünde ışıltı olan herkes kalbin bir köşesine koyulmaya değer ya...
yine de, kadınlar bende torpilli!