11 Haziran 2008 Çarşamba

pencere önü çiçeği

sabahları uyanmak için kurduğum alarmları mütemadiyen erteleyip sonra uyuyakalan bir insanım ben. bu sabah da yedi kırk ve yedi elliye kurduğum alarmları nasıl olduysa kapatıp geri uykuya dalmıştım ki sekizi altı geçe oda telefonunun çalmasıyla uyandım. telefona yetişemedim ama yataktan kalkmayı becerdim. bazı günler uyanıp, saate bakıp, kendi kendimi derse yetişemeyecğime ikna edip uyuduğum zamanlar olmuştur. bazense çeyreklerde uyanıp, yataktan fırlayarak kalkıp kırk dersine yetiştiğim. neyse uyuz bir şekilde kalkıp üstümü değiştirmeyi ve yüzüme çarpan suyla uyanmayı beceriyorum. ders dokuzda, hoca dün 'derse gelicem' dese bile geç gelme ya da hiç gelmeme ihtimali var. ki sekiz kırk dersini dokuza çekmesinden belli zaten, bilim adamı değil gözleri fıldır fıldır dönen piyasa kurdu tipi var adamda.

geçen dönem ilk kez dersimize geldiğinde herkes adamla ilgili hayallere dalmış:
(bahsettiğimiz tim burton'ın batman'indeki penguen adam benzeri biri)
hoca: ca signalling pathways
iç ses : (adamı elinde viski kadehiyle hayal eder, parmakta koca bir yüzük) alyansı da var ama nasıldır ki böyle bir adamla evlilik, kesin karısını aldatıyordur bu, çocuğu var mı acaba, labında çalışanlara sarkıyor mudur ki?
hoca: piyasaya el atın çocuklar, çalışmayın iş veren olun, bakın kimse anlatmaz size bunları burda.
iç ses : hah başladı gene, çok zengin mi ki bu?
hoca- düşen pantolonunun belini çekiştirerek; sen ne yapcan mezun olunca, sen, sen, sen?
sınıf: mmmh master, doktora, bilmem.
hoca: aklınızı çalıştırın çocuklar, başkalarının fikirlerini doğru şekilde kullanmayı bilin.
iç ses: çalın çırpın.

nitekim (hatta sülo türkçe'siyle netekim) iki gün önce teknokent'teki ofisine gittik hocanın, bizi 40 dakika beklettikten sonra teşrif ettiği ofisi çalışanı olmayan on kadar çalışma masası, plazma önü deri koltukları, yanında bilardo masasıyla bir hayali ihracat ofisini andırıyordu. anlaştığımız konu bu adamın kaçakçı olup ofisin göstermelik olduğu :)

neyse işte nasıl olsa hoca geç gelir diye yavaş yavaş hazırlanıp, depresyonda da olduğumdan 'makyaj yapmadan çıkmam abii' deyip süslenip derse on dakika kala odadan çıkıyorum. yürüyerek oniki-onüç dakika sürüyor bölüme gitmek. ben işi biraz daha ağırdan alıp, kulağımda müzikle salına salına gidiyorum bölüme. hava soğuk, ilk başta üşüsem de alışıyor vücudum sonra. kafamda binbir düşünce uçuşuyor, kendi kendimle konuşuyorum bunun bir delilik alameti olup olmadığını sorgulayarak. yazarlar acaba yanlarında defter kalem ya da ses kayıt cihazı mı taşıyor diye düşünüyorum, ben taşısam ne olur ki, en azından kendi kendime konuşuyor olmam.
(bu arada ABBA'dan gimme gimme gimme a man after midnight çalıyor, dans edesim geliyor)

sabah sporumu da yapmış olmanın verdiği gönül hafifliğiyle derse giriyorum, hocayı daha derse başlamamış buluyorum. ders bir şekilde geçiyor, erken çıkıp almanca'ya gidiyoruz, neden almanca öğrenmeyi sevdiğim ve geliştirmeyi istediğim halde derse gitmenin eziyet gibi geldiğini sorguluyorum kafamda. üstelik dersler eğlenceli geçiyor; aptal bir alman teenagerin dedesinden kalma botunun hikayesini izliyoruz alt yazısız, artık almanca anlayabildiğimi anlayıp seviniyorum.

(ps: die Faehler: Kalpazanlar'a gidin)

yine de dersin sonuna doğru buhranlar basıyor, kafamda yine binbir düşünce, aklımı hiç bir şeyle meşgul edemediğimi düşünüp üzülüyorum. ders çalışırken bir yandan da müzik dinlemem lazım, yoksa kafam başka şeylere takılıyor; kalkıp saatlerce dans etmeye başlıyorum; derste hocayı dinleyemiyorum; arkadaşlarımla konuşurken kafam başka yerde, sonra benden sıkılıp sıkılmadıklarını merak edip yine üzülüyorum. bu aralar kimse beni hayatında istemiyor gibi geliyor, zaten bir yol ayırımındayız ya, daha da çok yalnızlığıma sarınıyor, olup olmadık şeylere kırılıyorum.

birbuçukta efes pilsen fabrikasına gitmek üzere hareket ediyoruz. ikram olacağını bildiği için herkes çok neşeli. karşımızda kavaklıdere'ye nispeten iyi hazırlanmış ve üretim kapasitesi çok yüksek bir efes buluyoruz. saatlerce üretim aşamalarını dinleyip fabrikayı gezdikten sonra ikramlara hücum etmek için adımlarımızı sıklaştırıyoruz. (bu arada biraya tadını veren şerbetçiotuymuş, bitter/aromalı) millet 4. bardak birasını içerken ben de diğer masalardan cips, salata, patates kızartması ve sigara böreği topluyorum, ki sigara böreği kara borsa. neyse son biraları alelacele içip bardakları çaktırmadan çantaya atıp ringe dönüyoruz. bu arada aklıma heidelberg'te cebe attığımız melon schnapps shot bardakları geliyor.

dönüş yolunda uyuyup yüzümde çiğdem'in hırkasının iziyle ring şoförünü beni yurdun oraya atması için ikna edip yurduma dönüyorum. dün gece uyuyamamıştım yine, o yüzden kendimi doğru yatağa atıp iki saat uyumak üzere yatıp dört saat uyuduktan sonra kalkıyorum.

günlerdir odaya gelmeyen elif geliyor sonra, canı sıkkın belli, üzerine gitmeden ders çalışmaya başlıyorum; bir yandan da artık pek konuşamadığımızın farkına varıp üzülüyorum. konuşmak isteyip istemediğini sorduğumda 'hayır' diyor, ben de sesimi çıkarmıyorum. elif yatıyor, ben kulağımda kulaklık, yine ders çalışamıyorum. kuzeni arıyor biraz laflıyorum, telefona dadanıp oyun oynuyorum. ve kafamda uçuşanları dillendirip biraz rahatlamak için laba iniyor, bu satırları yazıyorum.

ve sonra yine Kalpazanlar aklıma geliyor, ve mısır almadığımız, ve sonra Sweeney Todd, ve mısırı çok seven biri; ve ben biliyorum ki bu gece de uyuyamayacağım.

---

1 mayıs 2008'de yazılmış bir yazıdan...

Hiç yorum yok: